II. ÇEVRE VE KENT HUKUKU KURULTAYI

7117

II. ÇEVRE VE KENT HUKUKU KURULTAYI TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ’NDE GERÇEKLEŞTİRİLDİ

İnsan haklarından doğa haklarına “çevre hakkı” konulu II. Çevre ve Kent Hukuku Kurultayı Türkiye Barolar Birliği’nde gerçekleştirildi. İlk oturumunda çevre hakkının Anayasa ve uluslararası insan hakları hukuku bağlamında güvencelerinin konuşulduğu kurultayın ikinci oturumunda doğa hakları bağlamında çevre hakkı değerlendirildi.

Kurultayın, halkın çevre ile ilgili alınan kararlara katılım hakkının tartışıldığı ikinci gününde, Avukat Noyan Özkan Çevre ve Ekoloji Mücadelesi Onur Ödülü Töreni gerçekleştirildi. Törende, Yeşil Gerze Çevre Platformu ile Kazım Delal’e ödülleri verildi. Yeşil Gerze Çevre Platformu’nun ödülünü konuşmacı Şengül Şahin aldı. İki gün süren kurultay, ‘Doğanın Hakları Var’ başlıklı sonuç bildirgesinin okunması ile sonlandı.

Karikatürcüler Derneği tarafından hazırlanan “Çevre Karikatürleri Sergisi” kurultay boyunca ziyaretçilere açık kaldı.

Kurultayın açış konuşmalarını Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı Av. Başar Yaltı ile Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Başkanı Av. Ali Arabacı yaptı.

Çevre hakkı ve çevre hukukunun insan hakları bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden TBB Başkan Yardımcısı Av. Başar Yaltı, çevre sorununun Türkiye’nin en önemli sorunları arasında olduğunu kaydetti. Yaltı, “1970’lerden itibaren konuşulmaya başlanan, 1980’lerden itibaren küreselleşme kavramıyla birlikte daha da öne çıkan çevre hakkının, çevre bilincinin oluşturulmasına bu toplantının katkı sunacağını düşünüyorum. Biz Türkiye Barolar Birliği olarak her zaman toplumdaki çevre bilincinin oluşturulmasında önde gelen kuruluşların arasında yer alacağız. Üstümüze düşen her türlü görevi yerine getirmekten hiç kaçınmayacağımızı herkes bilmelidir. Zaten yapılan çalışmalarla da bunu gösteriyoruz” diye konuştu.

Daha sonra kürsüye gelen Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Başkanı Av. Ali Arabacı, mahkeme kararlarına rağmen yaşam alanlarının talan edildiğine, mahkemelerin tarafsızlıklarını yitirdiğine dikkat çekerek şunları söyledi:

Baroların çevre sorunları ile tanışmaları yaklaşık 25 yıl öncesine dayanıyor. İlk yıllarda çevre davaları açan baro sayısı 2’yi 3’ü geçmiyordu. 90’lı yıllarda Bursa’da Orhaneli Termik Santrali, Ovaakça Doğalgaz Çevrim Santrali, Yeşilşehir, Göktuğ Plaza, Uludağ, Balabancık Kalesi ve Cargill davaları açıldı. İzmir’de Bergama Altın Madeni davaları başta olmak üzere Gökova, Yatağan, Aliağa Termik Santralleri davaları ve diğer davalar açıldı. Bu davaları diğer il barolarının açtığı onlarca davalar izledi.

Bizler, çevre hakkının ne olduğunu, idare hukukundaki yerini, bu davaların devamı sürecinde öğrenirken, o kentte yaşayan insanlar da, belki de ilk kez bu davalarla “çevre hakkı”ndan haberdar oldular.

Aslında bizler, bu davalarla başka şeyler de öğrendik. Halkın bilinçlenmesinin, bir kültüre sahip olmasının bugünden yarına değişemeyeceğini, yıllar süren alışkanlıklara bağlı olduğunu, haklarını öğrenmesinin çok uzun zaman alacağını gördük.

Şunu da gördük; yöre insanının günlük çıkarları için kolayca kandırılabileceğini… Bazen yüksek bir kamulaştırma parasına, bazen bir bilgisayara, bazen de iş verme vaadine…

Serbest piyasacı kapitalist bir düzende hükümetlerin, hiçbir şekilde halkın yanında olmadıklarını, iktidarlarını koruma yolunun, tekelci sermaye ile işbirliğinden geçtiğine inanarak bu yönde yasalar çıkardıklarını, kararlar aldıklarını gördük.

Daha da ötesi, Cargill örneğinde olduğu gibi, egemenliğin temeli olan Türk yargısına ait kararların, iki ülke başbakan ve başkan düzeyindeki görüşmelerde pazarlık konusu yapıldığını da öğrendik. Utandık.

Bunları yaşadıkça, gördükçe hayal kırıklıkları, ümitsizlikler yaşamadık mı, kısa süreli de olsa tabii ki yaşadık. Aralıklarla yaşamaya da devam ediyoruz.

Değerli katılımcılar,

Mahkeme kararlarını uygulatamadık ama bu mücadele sürecinde yaşananlar, çevrecilik kültürünün gelişimine sanırım az da olsa katkı vermiştir diye düşünüyorum.

Söz gelimi;

Artık, ağacın kesilmesine direnen, HES’lere, termik santrallere, nükleer enerjiye, hem de polisin şiddetine, biber gazına rağmen direnen bir kısım halk var.

Dava masraflarını karşılamak için tek geçim kaynağı ineğini satabilen insanlarımız var. Dava açmaktan çekinmeyen onlarca köy muhtarlarımız, köylümüz, kentlimiz var, semtindeki ağaçların kesilmesini önlemek için geceleri nöbet tutan insanlarımız var; çevre koruma adına kurulmuş onlarca dernek, oda ve platformlar var. Ve parkın ortasında, kepçenin gölgesine koyduğu sandalyede oturup, o parkı kurtarabilen Kıymet teyzelerimiz var…
Bu bilinçlenmeyi göz ardı edemeyiz. Kim bilir, bu bilinçlenmede belki bizlerin, sizlerin, yayınlarıyla, konferans, panel, sempozyum gibi toplantılarla bilgilerini aktaran duyarlı bilim adamlarımızın bir damla da olsa katkısı olmuştur. Bu bile bir şeydir, verilen emeklere değer diye düşünüyorum.

Değerli konuklar;

Çevre katliamı ile kapitalist sistem arasındaki bağlantıyı görmeden, sermaye ile iktidar arasındaki, iktidarla uluslararası tekelci sermaye arasındaki işbirliği ve dayanışmayı bilmeden etkili ve gerçekçi bir çevre mücadelesi yapılamaz.

Çevreyi “mal” olarak gören, “Ne olursa olsun önce ve her zaman kazanç” amacını güden kapitalizmin gücü hesaba katılarak strateji geliştirilmesi zorunludur. Bu güce karşı koyacak etkili, örgütlü halk gücü maalesef oluşturulamadı. Çoğunluk, onların istediği gibi; edilgen ve ilgisiz.

Gerçek şudur: Sermayeci düzen var oldukça, bu düzen çerçevesinde bir takım iyileştirmeler düşünülse bile, çevre yakın sürede içinde yaşanamaz duruma gelecektir. Zira, kapitalizmin sınırsız kazanç güdüsü, sınırları olan çevreyle bağdaşmıyor. Eğer, çevrenin geleceği, sermaye düzeninin insafına bırakılırsa, doğanın yakın zamanda yok olması kaçınılmazdır.

Ne yapabiliriz, nasıl yaparız?

Bizler, hukuk yolu ile mücadele ede rken, çevre katliamından en çok zarar görenleri, diğer çevre tutkunlarını ve genel olarak halkı yeteri kadar yanımıza çekmeyi, ne yazık ki başaramadık.

Temel çözüm, mümkünse, işbirlikçi küçük bir azınlık dışında, ulusun büyük çoğunluğu ile çevreyi bir mal gibi kullanan emperyalizme karşı birleşmektir.

Başka,

1) Her ne kadar mücadelede hukukun alanı daraltılmışsa da, yine hukuk yolu ile, yeni yöntemler geliştirmeliyiz.

2) Bir arkadaşımızın ifadesi ile “meşru müdafaa” hakkımızı kullanarak demokratik direnmenin etkili yolunu bulmalıyız.

Kim yapacak bunları?

Başta barolarımız olmak üzere tüm meslek odaları, sivil toplum örgütleri ve halkın kendisi…

Eğer ortak mücadelenin yolunu bulamazsak, bize katılacak yeni müttefikler edinemezsek, çemberi genişletemezsek, bu gidişle ne kentlerimiz kalacak, ne dağlarımız ne ovalarımız, ne de derelerimiz…

Galiba eski bir slogana öykünerek şunu demek gerekiyor: “Bütün ülkelerin emekçileri, yoksulları, aydınları birleşiniz.”

Kurultay Sonuç Bildirgesi için tıklayınız