29.06.2010 - Konuşma Metni

6262

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANI’NIN, 29 -30 HAZİRAN 2010 TARİHLERİNDE TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ-ANKARA BAROSU İNSAN HAKLARI MERKEZİ-TÜRKİYE FELSEFE KURUMU TARAFINDAN DÜZENLENEN “HUKUKÇULARIN MESLEK ETİKLERİ” KONULU ULUSLARARASI SEMPOZYUMDA YAPTIĞI AÇIŞ KONUŞMASI

 

Sevgili Meslektaşlarım,
Değerli Konuklar,

Türkiye Barolar Birliği, Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezi, Türkiye Felsefe Kurumu tarafından ortaklaşa düzenlenen “Hukukçuların Meslek Etikleri” konulu sempozyuma hoş geldiniz. 

Sizleri, değerli konuşmacıları Türkiye Barolar Birliği adına, Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşlarım adına ve kendi adıma sevgi ve saygı ile selamlıyorum.

Mal mülk edinmekten, şan ve şöhreti önemsemekten utanmıyorsunuz, ama ruhunuzla ilgilenmekten kaçınıyorsunuz.” Bu sözler bilge Sokrates’e ait. Ünlü savunmasında söylüyor bunları.

İnsanın ruhu ile ilgilenmesi, yaşam felsefesinin iki temel ilkesini içeriyor: Bu ilkelerden birincisi “kendine dikkat etmektir”, ikincisi “kendini bil-mektir.” Bu iki ilkeden insanın kendisine özen göstermesini, ilgi göstermesini emreden “kendine dikkat etmek” ilkesi, tefekkürden daha çok bir eylem, bir teknik olan “kendini bil” ilkesine işlerlik kazandırır.

Her iki ilke de “ben’in inşası” ile ilgilidir. Çok daha sonraları Hıristiyanlık öğretisi tarafından uygulanan nefsin köreltilmesi, dünyevi arzulardan kurtulmak için tefekküre dalmak, ruhani yöneticilere mutlak itaat, kefaret süresinin sonunda günah çıkarmaya hazırlık olarak vicdanın sorgulanması gibi “öz-inceleme/öz çözümleme” tekniklerinin kökü Stoacı felsefeye, yani eski Yunan’a kadar uzanır.

Michel Foucault’nun “Benlik Teknolojileri” isimli özgün eserinde ifade ettiği üzere, Stoacı felsefenin uyguladığı bu tekniklerin amacı, kişinin bu dünyanın sorunları ve gerçekleriyle çok daha etkili biçimde baş edebilmesini sağlamaktır. Diğer bir deyişle amaç, insanın kendisini öteki dünyaya değil, bu dünyaya hazırlamasıdır.

Değerli Konuklar,

Alkibiades I” isimli eserinde Platon, bilge Sokrates’in siyasal yaşamına henüz daha yeni başlamak üzere olan ve bunun için de iktidara odaklanan genç öğrencisi Alkibiades’i, gelecekteki siyasal yaşamın sorumluluklarına hazırlamak için ona “kendine dikkat etme/kendine özen gösterme” tekniğini öğretişini anlatır.

Yazılış tarihi kesin olarak belli olmayan, sanal bir Platonik diyalog olması da olası olan “Alkibiades I” diyalogunun birinci ilkesi “kendine dikkat etme/kendine özen gösterme” ilkesidir.

Çok uzun olan ve Sokrates’in “Genellikle kendimizle ilgilendiğimizi sanırız, ama gerçekte kendimizle ilgilenmediğimizi pek fark etmeyiz. Kendimizle ilgilenmek ne demektir, söyle bana? Bir insan kendisiyle ne zaman ilgilenmiş olur? İnsan kendisine ait şeylerle ilgilenirse, kendisiyle ilgilenmiş olur mu?” sözleriyle başlayan diyalog, Sokrates’in “Alkibiades, mutlu olmak için, senin de, şehrin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir” sözleriyle sona erer.  

Alkibiades ile Sokrates arasındaki bu diyalogu bizim bugünkü konumuz olan etiğe, hukukçuların meslek etiğine uyarladığımızda vurgulamamız gereken ilk husus sanırım: meslek etiği dediğimiz ilkeler toplamının, aslında yargıcın, savcının, avukatın, adalet hizmetinde görevli her bir çalışanın kendisiyle ilgilenmesi, kendisine özen göstermesi, kendisine dikkat etmesi gerektiği hususudur.  

Bunun için de o kişinin önce insan olarak -kendini bil-mesi gerekir. Zira -kendini bil-meyen avukat da, yargıç da, savcı da, herhangi bir adalet çalışanı da kendisini iyi yapamayacağı gibi işini de iyi yapamaz. O halde adaletin, kamunun hizmetinde olan herkesin öncelikle edinmesi gereken şey “erdem”dir.

Tedirgin bir Sokrates olmak mutlu bir domuz olmaktan daha iyidir. Mutlu bir budala olmaktansa tedirgin bir Sokrates olmak daha iyidir. Budala veya domuz farklı düşünüyor olsalar da, bu, sorunun tek bir yönünü, yani kendilerininkini bildikleri içindir. Diğeri ise karşılaştırma yapmak için her iki tarafı da bilir.” diyor John Stuart Mill. Bu maksimden hareketle demek gerekir ki; adalet, erdem, bilgi, bilgelik, ahlak, etik iki tarafı da bilmektir. Yani hem “kendini bil-mek”tir, hem de “ötekini anlamak”tır, yani “empati yapmak”tır.    

Değerli Konuklar,

On sekizinci yüzyıl bize İngiliz hukukçu Jeremy Bentham’ın şu buyruğunu miras bırakmıştır: “Ahlak, en çok sayıda insana mutluluk veren şeydir; insan hiçbir zaman, kendi varlığının bekasından yana olmayan bir şeyi arzu edemez.” Uygar dünyanın bu kadar rahat, bu kadar işine gelen, bu kadar değerli bir öğüdü büyük bir hevesle kabul ettiğini ve fakat bu öğüde uygun davranmadığını görmek gerçekten üzücüdür. 

İçinde yaşadığımız geç modern çağda, özveri düşüncesi, dayanışma ruhu, paylaşma duygusu, yardımlaşma anlayışı, vefa duygusu ve benzeri soylu değerler ile komşuluk, arkadaşlık, dostluk, meslektaşlık türü kavramlar ne yazık ki anlamını yitirdi. Onun için bu türden değerlere ve düşüncelere mesafeli duran insanlar, ahlaki ideallere ulaşmaya ve ahlaki değerleri korumaya, bu amaçla kendi sınırlarını zorlamaya istekli olmadıkları gibi, bu konuda teşvik de edilmiyorlar.

Oysa ki, bir kurallar sistemi olan ahlak, bağlayıcı olduğu kabul edilerek belirlenen norm ve değerlerin bir soyutlamasıdır. Gerek buyruklar, gerekse yasaklar aracılığıyla bize uyarıda ve çağrıda bulunan ahlakiliğin özünü, birey olarak bizim bu kurallara karşı duyduğumuz saygı oluşturur.

Ait olduğumuz toplumun zaptı altında olan bizler, yaşadığımız toplumun buyrukları, yasakları, normları, yani kuralları olduğunu erken yaşta öğreniriz. Ama asıl ahlaki kavrayış, bu nitelikteki kuralların dışarıdan dayatılan kurallar olarak değil de, bu kuralların içinde yaşadığımız toplumun tüm bireylerinin gerçekleşebilecekleri en fazla özgürlükten yararlanabilmelerini güvence altına alan unsurlar olduğunun anlaşılmasıyla ortaya çıkar. Bunu sağlayacak tek bir kural vardır, o da ahlaki kuraldır.

Ahlaki davranışın üzerinde kurulduğu temel, insanın birlikte yaşadığı insanların haklı talepleri nedeniyle özgürlüğünün sınırlı olmasıdır. Kant’ın da işaret ettiği üzere, kişi, düşünce ve taleplerini, sadece kendisine öyle emredildiği ya da çıkarına öyle geldiğini düşündüğü veya ödüllendirileceğini bildiği için yaptığında, ahlaki davranmış sayılamaz. Her ne kadar böyle davranan kişi yapması gerekeni yapar ise de, bunu inandığı için, bu şekilde davranmanın doğru ve akılcı olduğunu kavradığı için değil; başkalarının doğru ve akılcı bulduğu şeyleri yargılamadan yapması gerektiğini terbiye ve gelenek yoluyla öğrendiği için yapar. Kişinin kendisini özgürlükten bu şekilde yoksun bırakması ahlaki olmadığı gibi, bu yöndeki duruş ve davranışlar Kant’ın özlü ifadesi ile ‘insanın kendi kusuruyla, yani başkası tarafından yönlendirilmeden kendi aklını kullanamamak olan ergin olamayışının’ bir göstergesidir.

Bütün bu nedenlerle, insan, ancak iyi olanın kendisine bir başkası tarafından veya dogmatik biçimde emredilmesini istemediği, yani entelektüel bağlamda olgunlaştığı zaman; kendi çıkarlarıyla kendisi ve yine kendi yargılarıyla başkalarının yargıları arasına mesafe koyduğu zaman; toplumun ya da tüm insanlar için hangi amaçların iyi ve ulaşılmaya değer amaçlar olduğuna karar verdiği zaman ahlaki olgunluğa ulaşmış, ahlakiliği içselleştirmiş demektir.
Gündelik hayatın pratiğinde ahlak, insanın karşısına sadece belli bir kültüre özgü farklılıkları vurgulayan bir olgu olarak, yani başkaca toplumsal ya da ulusal toplulukların anlam yorumlarının farkı olarak çıkmaz. Ahlak, sadece bireyin içinde büyüdüğü ve aktif olarak biçimlendirilmesine katkı yapmaya çağrıldığı topluluğun anlam ufkunu temsil etmekle kalmaz; ayrıca genel ahlak bağlamı içinde ve fakat toplumun sadece bir kısmı için geçerli olan alanda, “özel/kısmi ahlak” biçiminde de ortaya çıkar.

Özel/kısmi ahlak” biçiminde ortaya çıkan ve “meslek ahlakı/etiği/kuralları” olarak isimlendirilen bu kuralları, o mesleğin kendisi ve mensupları üretir. Normları, o mesleği seçen ve yürüten herkesi bağlayan bu nitelikteki kurallar, genel ahlaki ilkeye, yani mesleğinde olabildiğince iyi olma ilkesine dayanır.

Bu ilke gereğince, çalışmanın ve emeğin kendisine ayrı bir değer yüklenir. O meslek mensubu tarafından yapılan iş, sadece eksiksiz ve hatasız bir çalışma sürecini olanaklı kılan teknik kurallar aracılığıyla değil; aynı zamanda ve özellikle, diğer insanları doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren ahlaki kurallar temelinde icra edilebilecek bir faaliyet olarak tanımlanır.    

Mesleğin onurunu korumak amacıyla konulan kuralları çiğneyen, bu bağlamda temsil ettiği genel çıkarların yerine, kendi kişisel çıkarlarını koyan meslek mensubu, sadece kendi toplumsal ve mesleki prestijini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda mesleğin kendisine de zarar verir.

Annemarie Pieper”in “Etiğe Giriş” isimli özgün eserinde ifade ettiği üzere, her şeyin hesaplanabilir bir ölçüye indirgendiği, gerek insanlar arasında, gerekse uluslararası alanda dayanışmaya açık ve hazır olma isteğinin giderek azaldığı, paranın hemen her şeyi biçimlendirdiği bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir çağda felsefenin bir disiplini olan ve kendini ahlaki eylemin bilimi olarak tanımlayan “etik”, yaşamın tek yönlü kaygılarla rasyonalize edilmesine yönelmiş olan bireysel çıkar ve hesapların yıkıcı etki ve sonuçlarını eleştirel bir aynadan yansıtan önemli bir uyarıcı ve yol gösterici görevi üstlenmiştir.

Etik” bize, kendisini sadece paraya, mala, mülke, bireysel çıkarları en üst düzeye çıkarma kaygılarına sabitlemiş niceliksel düşünce karşısında; bütün bunlara sığmayan, bunları aşan, pratik aklın ahlaksal yetkinliği ile doğrulanmış olan özgürlük, eşitlik, adalet, hoşgörü, erdem gibi soylu amaç ve hedefleri sunan bir nitelikler dünyasının var olduğunu anlatır.

Bu niteliksel değerler, kolektif sorumluluklarının bilincinde, ahlaksal talepleri genel bağlayıcı talepler olarak benimseyen ve yaşamlarında bunları kendilerine mal etmiş olan bireylerin, kendi kaderlerini tayin etme hakkını, bütün hakların en üstüne koyan bir yaşama biçiminin ahlakını sunar.
Bireye ahlaki eylemin anlamının sistematik biçimde aktarılması, ancak etik aracılığı ile olur. Ama etik, ahlaki eylemin yerini tutmaz, sadece bu türden eylemlerin bilgiye dayalı yapısını ortaya çıkarır.

Aristoteles’un “Nicomachean Ethics” isimli özgün eserinde ‘Pratik, hem etiğin var olma koşulu ve hem de onun hedefidir. O nedenle soylu olan üzerine, adil olan üzerine, kısaca sitede bilim üzerine verilen dersten yararlanmak isteyen kişi, soylu bir temel alışkanlığa sahip olmalıdır.” diyerek vurgu yaptığı üzere, pratiğin bilimi olarak “etik”, bilgi adına değil, eylem adına harekete geçen ahlakiliktir. Öyle olduğu için “etik”, kuram oluşturmak amacıyla geliştirilmiş olmadığı gibi, entelektüel zevklere ve züppeliklere hizmet eden düşünsel bir uğraş da değildir. Bütün bunlardan uzak bir pratik olarak “etik” varlığını uygulamada, yani eylemde gösterir. Bu yönüyle “fiiliyat üretici bilgi”olan “etik” düşünce ile eylemin birlikteliğidir.  

Bütün bunlardan hareketle demek gerekir ki, avukatlık, yargıçlık, savcılık, adalet çalışanı gibi kamusal hizmetlerin meslek etiğinin özünü oluşturan pratik, bütün bu mesleklerin günlük yaşam pratiğidir. Onun için yargıcın da, savcının da, avukatın da, her düzeydeki adalet çalışanının da, gerek kendi varlığının, gerekse mesleki yönden iyi olmasının koşulları hakkında aydınlatılmış bu günlük yaşam pratiğinin ahlakını iyi bilmesi ve bunu içselleştirmesi gerekir. 

Bunu yapmaz ise ne mi olur? Mesleğine ihanet eder. Ve Sait Faik’in dediği gibi “Mesleğe ihanetle başlar her şey.”      

Sözlerime son vermeden, bu toplantının düzenlenmesindeki emeği ve katkısı için Türkiye Felsefe Kurulu Başkanı sevgili Kuçuradi Hocama, sevgili Gülriz Hocama, Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezi’nin değerli başkanı sevgili meslektaşım Kemal Akkurt’a ve onun şahsında tüm merkez üyesi arkadaşlarıma ve değerli konuşmacılara en içten teşekkürlerimi sunar, hepinizi bir kez daha sevgi ve saygı ile selamlarım.  

Av. V. Ahsen COŞAR
Türkiye Barolar Birliği
Başkanı

 

 

 

Fotoğraflar