“ÇEVRE, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE ANAYASACILIK” KONFERANSI YAPILDI

2322

Stokholm Konferansının 50. yıl dönümünde düzenlenen “Çevre, İklim Değişikliği ve Anayasacılık” konferansı, Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) ev sahipliğinde yapıldı.

İki gün (20-21 Ekim 2022) süren etkinlik TBB, Uluslararası Anayasa Hukuku Derneği (IACL), Çankaya Belediyesi, Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (Anayasa-Der) ile Uluslararası Karşılaştırmalı Çevre Hukuku Merkezi (CIDCE) tarafından organize edildi.

Konferansın açılışında TBB Başkanı Av. R. Erinç Sağkan ve IACL Başkanı Adrienne Stone birer konuşma yaparken Açılış Bildirisini, Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Başkanı ve TBMM üyesi İbrahim Kaboğlu okudu.

Konferansta “Anayasal Demokrasi ve Çevresel Haklar”, “Çevresel Adalet: Anayasa Yargısı ve Çevresel Yargı”, “İklim Değişikliği, Anayasa ve Özgürlükler”, “Hukuk Devleti, Refah Devleti ve Çevresel Devlet”, “İklim Değişikli ve Sürdürülebilir Kalkınma” başlıklarında sunumlar gerçekleştirildi. Programın sonunda “Genç Araştırmacılar Özel Paneli: Gelecek Kuşakların Hakları ve Küresel Anayasacılık” ele alındı.

“HAK VE öZGüRLüK BELGELERİ DİZAYN EDİLMELİ”

“İklim Değişikliği, Anayasa ve Özgürlükler” panelinde oturum başkanlığı yapan TBB Başkan Yardımcısı Av. Sibel Suiçmez, anayasalar ile hak ve özgürlük belgelerinin çevre hakkını etkili bir şekilde korumanın araçları olarak dizayn edilebileceğini, bunun için de çevre hakkını da içerecek bir insan hakları perspektifine ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Suiçmez, bu konuda çeşitli uluslararası insan hakları belgeleri mevcut olsa da, bunların hem ihtiyacı karşılamaktan uzak olduğuna hem de etkili koruma mekanizmaları içermediğine vurgu yaptı.


MADEN İŞÇİLERİNE SAYGI

Açılışta yaptığı konuşmaya geçtiğimiz hafta Bartın’daki maden faciasında hayatını kaybeden 41 maden işçisini anarak başlayan Birlik Başkanı Sağkan sözlerini şöyle sürdürdü:

Madencilik, sanayi devriminden itibaren insanın doğayla ilişkisinin en ağır mücadele alanlarından biri olageldi. çevreyi, doğayı, iklimi yok sayan kâr hırsı, hiç kuşku yok ki, insan hayatını ve emeği de görmezden geliyor. Bu durumun en acı örneklerini de maalesef bu ülkede yaşıyoruz. Aslında tek başına bu durum bile, hukuk devletinden çevre devletine giden istikamette önemli bir sosyal devlet ve sosyal adalet uğrağı olduğunu hepimize bir kez daha hatırlatıyor.

Türkçede modern hikayeciliğin öncüsü olan Sait Faik, bundan tam yetmiş yıl önce, 1952 yılında yazdığı Son Kuşlar hikayesinde şöyle diyor: “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler [göçmen kuşlar] göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil, ama çocuklar sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.” Sait Faik’in yetmiş yıl önce anlattığı hikaye, bugün hayatımızın gerçeğidir. Bir başka deyişle, tam da o ünlü Latince deyişte olduğu gibi “de ta fabula narratur”; anlatılan artık bizim hikayemizdir.

Acı hikayemize yakından bakalım:

Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde iklim değişikliği kavramı “karşılaştırılabilir bir zaman döneminde gözlenen doğal iklim değişikliğine ek olarak, doğrudan ya da dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini bozan insan etkinlikleri sonucunda iklimde oluşan bir değişiklik” olarak tanımlanıyor. Bu tanımda “doğrudan ya da dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini bozan insan etkinlikleri” ifadesine dikkatinizi çekmek isterim.

Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli değerlendirme raporunu 28 Şubat 2022’de açıkladı. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in rapora ilişkin yorumu şu şekildedir: “Hayatım boyunca birçok bilimsel rapor okudum, ancak böylesini hiç görmedim”.
IPPC’nin (Uluslararası Bitki Koruma Birliğinin) 67 ülkeden 270 bilim insanının katkılarıyla hazırlanan raporu “İklim Değişikliği 2022: Etkileri, Uyum ve Kırılganlıklar” başlığını taşıyor. Raporun en çarpıcı kısmı iklim değişikliğinin etkilerinin her geçen gün dünya üzerindeki canlıların hepsi için daha kötüye gittiği, tahribata uğramamış bölge kalmadığı vurgusudur.

Dünyanın sıcaklığı, Sanayi Devrimi’nin başladığı 1850 yılındakinden 1 derece fazla ve her on yılda 0,2 derece artıyor. Oysa BM Genel Sekreteri Guterres’in de ifade ettiği üzere “İnsanlığın geleceği, küresel sıcaklık artışını 2030’a kadar 1,5 santigrat derecede tutmaya bağlıdır”.

Yapılan araştırmalara göre 1994 yılından bu yana dünya üzerinde toplam 28 trilyon ton buzul erimiş bulunuyor. Dünya Meteoroloji örgütüne göre, iklim değişikliğinin yol açtığı doğal felaketlerin sayısı 50 yılda beş kat artarak 2 milyondan fazla insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Tarımsal verimlilikteki düşüş, ekonomik kayıpların boyutu devasa düzeylere ulaşmış durumdadır.

Bugün çevre ve iklim değişikliği konusunda karşı karşıya olduğumuz durumu tanımlayabilecek kavram “talan”dır, “kırım”dır, “iklim kırım”dır. Bu, insanın doğayı, kendisine sunulmuş ve üzerinde sınırsızca tasarrufta bulunabileceği bir ganimet olarak görmesinin yarattığı sonuçtur.


“BU KIRIMIN SEBEBİ NEOLİBERAL AKILDIŞILIKTIR”

Bu iklim kırımın ve talanın sebepleri ve failleri doğru tespit edilemeden doğru çözümlere ulaşmak da mümkün görünmüyor. Bu kırımın sebebi, neoliberal akıldışılıktır; sermayenin sınırsız kâr hırsıdır; insanı doğayı çevreyi barışı değil, piyasayı tüketimi silahlanmayı savaşı önceleyen politikalardır; hukukun üstünlüğünü insan haklarını sosyal adaleti ve demokrasiyi değil, kendi iktidarlarını önceleyen popülist hükümetlerdir.

Bu durumu açıklamak için tek bir örnek yeterli olacak: Yukarıda açıkladığımız devasa sorunlara yönelik olarak uluslararası alanda bulunabilen tek çözüm, emisyon ticareti sistemidir. Bu sistemde ülkeler için bir sera gazı kotası belirlenmekte, daha sonra bu bir meta olarak alınıp satılmak suretiyle ülkelerin kotaları el değiştirmektedir. Ne var ki, bu konuda da şeffaf olunmadığını görüyoruz. Zira çeşitli basın yayın organlarında ülkelerin beyan ettikleri emisyon miktarı ile gerçekleşen miktar arasında önemli farklılıklar olduğu şeklinde haberler yayınlanıyor.

Kuşkusuz hukukun üstünlüğünün, insan hak ve özgürlüklerinin, sosyal adaletin ve demokrasinin egemen kılınması tek başına bu büyük insanlık felaketini engellemez. Ancak bu kavramlar ve mekanizmalar, iklim kırımla mücadele ederken elimizdeki en önemli araçlardır.

“ÇEVRE HAKKI HER üLKEDE TEMEL METİNLERE DAHİL EDİLMELİDİR.”

Her şeyden evvel, çevre hakkı, iklim hakkını içerecek şekilde kapsamlı bir insan hakkı perspektifi olarak kabul edilmeli; her ülkede temel metinlere dahil edilmelidir. Türkiye’nin de aralarında olduğu çok sayıda ülkenin çeşitli uluslararası anlaşmaları imzaladıklarını biliyoruz, görüyoruz. Ancak bu düzenlemelerin iç hukukta kapsamlı bir politika olarak uygulanmadığının da farkındayız. Biliyorsunuz insan hakları alanında çeşitli uluslararası koruma mekanizmaları bulunuyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, insan haklarının uygulanması ve hayata geçirilmesi konusunda büyük etki yaratmıştır. Ne var ki, iklim kırımlarının veya çevreye verilen zararların cezai yaptırım boyutları ülkelerin kendi inisiyatiflerine bırakılmış durumdadır. Uluslararası Ceza Mahkemesi bileşenlerinin artık iklim kırımının da aynı savaş suçları gibi, soykırım suçları gibi Uluslararası Ceza Mahkemesinin konusu olması gerektiğine ilişkin yoğun bir tartışma içinde olduklarını biliyoruz. Bunun hayata geçirilmesi gerekiyor.

Burada söz konusu olan kuşkusuz yalnızca çevre hakkının mevzuata dahil edilmesi ve koruma mekanizmalarına tabi kılınması değildir. Çevre hakkı taleplerinin dile getirilmesi ve bu alanda mücadele verenlerin demokratik haklarının korunması yani ifade özgürlüğü haklarının, toplantı ve gösteri özgürlüğü haklarının, örgütlenme özgürlüğü haklarının korunması; keza bu alanda hem kamuoyu oluşmasını sağlayacak hem de bir denetim mekanizması olarak işlev görecek basın özgürlüğünün güçlendirilmesi; akademik özgürlüklerin önünün açılması da dahil olacak şekilde bir hak perspektifinin geliştirilmesidir. Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ile İbrahim Kaboğlu hocamızın “çevre devleti” olarak ifade ettiği çevre haklarına saygılı modern anayasal devlet arasındaki bağlantı bu şekilde kurulabilir diye düşünüyorum.

Son olarak iklim ve sosyal adalet başlığına da dikkat çekmek isterim. Pek çok uluslararası raporda iklim krizinin yoksulluğu da artırdığı belirtiliyor. Dolayısıyla iklim adaletini aynı zamanda bir sosyal adalet meselesi olarak görmek gerekiyor. Yine kadın başta olmak üzere çocuklar, yaşlılar, zorunlu göç mağdurları gibi kırılgan grupların iklim değişikliğinin sonuçlarından daha fazla etkilendiği ve etkileneceği öngörülüyor, öyleyse iklim adaletinin bir toplumsal cinsiyet boyutu olduğu, kırılgan gruplara öncelik verilmesi prensibi içermesi gerektiği de görülmelidir. Yukarıda ifade edildiği üzere, iklim adaleti perspektifi demokratik ve katılımcı mekanizmaları gerektiriyor. Yine az önce ifade ettiğimiz üzere, yalnızca temel hak ve özgürlüklerin kâğıt üzerinde güvence altına alınması yeterli olmuyor; sosyal, ekonomik ve kültürel hakları da gözeten ve üçüncü kuşak Dayanışma Hakları olarak adlandırılan hak kategorilerini de göz önünde bulunduran bir insan hakları perspektifine sahip olmak gerekiyor.

“ÇEVRE HAKKI İHLALLERİNE KARŞI MüCADELE EDİYORUZ”

Türkiye Barolar Birliği olarak kanunun bize verdiği “Hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak, bu kavramlara işlerlik kazandırmak” görev ve sorumluluğumuzun gereğini iklim kırım düzeyine ulaşmış çevre hakları ihlallerine karşı da en etkili şekilde yerine getirmek için mücadele veriyoruz. Göreve geldiğimiz andan itibaren tam da bu perspektiften çok sayıda girişimimiz ve çabamız oldu.

Bu konuda da birkaç örnek vermek isterim:

Ömürlük zeytin alanları üzerinde, yalnızca sınırlı miktarda maden elde etmek üzere maden tesisi açılmasına imkan tanıyan yönetmeliğin iptali için dava açtık. Sinop’ta yapılmak istenen nükleer santralle ilgili verilen ÇED raporunun iptali için davanın son duruşmasına katıldık. 1. Karadeniz Çevre Çalıştayı’na Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu temsilcimizle birlikte katıldık. Komisyon temsilcilerimiz aracılığıyla Erzincan İliç’te siyanürlü altın madeni alanında gözlem yaptık, ÇED keşfine katıldık, açıklama yaptık. Açıklamamızda dikkat çektiğimiz hususların doğruluğu çok kısa süre içerisinde ortaya çıktı. Doğal SİT alanlarında yapılaşmaya izin veren yönetmelik değişikliğine karşı açıklama yaptık, hukuki yollara başvurduk. Asbestli gemi Sao Paulo'nun İzmir Aliağa'da sökümüne izin veren çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı kararının iptali için basın açıklaması yaptık, hukuk mücadelesi başlattık. Orman alanlarının yoğun kullanımına yol açacak yönetmeliğin iptali için dava açtık. Ankara’da düzenlenen Eko İklim Zirvesi’ne katıldık. çevreyi bozucu faaliyet içerisinde olan tesislere, faaliyetleri durdurulmaksızın süre verilmesini öngören ÇED Yönetmeliği değişikliğine karşı dava açtık. Ayrıca şunu da hatırlatmak isterim; Türkiye Barolar Birliği olarak, Türkiye’de çevre ve ekoloji mücadelesinin öncü isimlerinden İzmir Barosunun önceki başkanlarından Av. Noyan Özkan adına Çevre ve Ekoloji Mücadelesi Onur ödülü vermek suretiyle de çevre mücadelesini teşvik etmeye çalışıyoruz.

Bu mücadelemizde görülmesi gereken şey şudur: Bu ülkenin taşına, toprağına, havasına, suyuna sahip çıkan yurtsever insanları, baroları, avukatları var. Bugün bu salona, buradaki konferansın içeriğine baktığımda benim gördüğüm şey ise şudur: Dünyanın dört bir yanında da, aynı bizim ülkemizde olduğu gibi bu sorunları çözme iradesiyle bir araya gelebilecek milyonlarca insan, akademisyen, hukukçu, aktivist var.

Bu vesileyle, bu Konferansı birlikte düzenlediğimiz, ortak mücadele arkadaşlarımıza teşekkür etmek isterim. Bu Konferansı International Association of Constitutional Lawyers (IACL) [Uluslararası Anayasa Hukukçuları Birliği], Centre International de Droit Comparé de l’Environnement (CIDCE), Anayasa-Der ve Çankaya Belediyesi ile birlikte düzenliyoruz. Her birinin kıymetli başkanları bugün burada bizimle birlikteler. IACLE Başkanı Sayın Prof. Dr. Adrienne Stone Avustralya’dan geldiler; CIDCE Başkanı Sayın Prof. Dr. Michel Prieur Fransa’dan geldiler. Kendilerine hem ülkemize hem de Birliğimize hoş geldiniz demek istiyorum. Anayasa-Der’in Başkanı sevgili hocamız Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’yla uzun bir süredir birlikte çalışıyoruz. Kendilerine bu Konferans’a bizleri de dahil ettikleri için teşekkür ediyorum. çankaya Belediyesinin sevgili Başkanı Alper Taşdelen’e yalnızca bu Konferans sürecinde değil, her zaman birlikte uyumlu çalışmalarımız için teşekkür ediyorum. Konferans’ın düzenlemesinde çok yoğun emek var, her bir ismi saymak mümkün değil. Ancak sevgili Prof. Dr. Selin Esen hocamızın adını anmadan geçmek istemem. Bu kurumlar arasında iletişimi sağlayan, her bir detayla ilgilenen, Konferans’ın gerçek emekçisi Selin hocamızdır. Kendisine ve toplantıda emeği geçen herkese bir kez daha şükranlarımı sunarım.

Konuşmamın başında Sait Faik’in yetmiş yıl önce bizim bugünkü hikayemizi anlattığından söz etmiştim. Bu Konferans’a da vesile olan 1972 yılında kabul edilen Stockholm Kararları ise elli yıl önce Çevre Hukuku için yeni bir hikaye yazılabileceğini göstermişti. İnanıyorum ki, bugün bu salonda somutlaşan çevre hakkı mücadelesi iradesi, insanlık için yepyeni bir hikayeyi yazabileceğimizi de göstermektedir. Geleceğimiz ve çocuklarımız için bu hikayeyi bugün burada hep birlikte yazmaya başlıyoruz.


Haber ile ilgili Görseller

Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle
Görüntüle