Açış Konuşması

6082

Sayın Cumhurbaşkanım,

Danıştay’ımızın 144. Kuruluş Yıldönümü ve “Danıştay ve İdari Yargı Günü” nedeniyle düzenlenen toplantıyı onurlandıran sizi ve sayın konukları saygılarımla selamlıyorum.

“Hukuk devleti”ni, “Hukuk’un üstünlüğü” ilkesini en uygun biçimde gerçekleştirmenin her dönemde yansız çabasını, kararlarına yansıtan ve özellikle de “sav-savunma-karar” bütünlüğüne ve birlikteliğine diğer yargı organlarımız gibi titizlikle saygı gösteren Danıştay’ın bu yıl da kürsüsünü savunmanın özgür sesine açmasını, yargı birlikteliği yönünden son derece anlamlı ve önemli bulduğumuzu vurgularken, başta Danıştay Başkanı Sayın Hüseyin Karakullukçu olmak üzere, Danıştay, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare ve Vergi Mahkemeleri’nin değerli mensuplarının bu özel günlerini kutlar, kendilerine tüm meslektaşlarım adına başarı dileklerimle saygılar sunarım.

Günümüz hukuk devleti anlayışında yargının kurucu unsur olmaktan öte, asli unsuru olan savunma mesleği örgütünün temsilcisi olarak, idari yargı başta olmak üzere ülkemiz açısından önemli bulduğumuz, “hukuk ve yargı” konuları ile bazı yurt sorunları hakkında düşünce ve görüşlerimizi kısaca sunmaya çalışacağım.

Tüm çağdaş demokrasilerde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de erkler ayrılığı ilkesini benimsemiştir. Erkler ayrılığını yaşama geçiren de “hukuk devleti” ilkesidir. Bu ilke devlet ve toplum yaşamında hukukun üstünlüğünü sağlar. Yasama ve yürütme erklerinde bulunan güç, hukukun üstünlüğü ilkesi gereğince sınırlanıp dengelenir. Hukuk devleti ilkesi bütün uygar demokratik rejimlerin temel özelliklerinden başlıcasıdır.

Bilindiği gibi, Anayasamızın Cumhuriyetimizin niteliklerini belirleyen 2. maddesine göre, “… Türkiye Cumhuriyeti… insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir”

Hukuk devletinin kesin bir tanımı bulunmamakla birlikte çağdaş anlamda hukuk devleti, tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine bağlı kalan, vatandaşlarına “insan onuruna” yaraşır bir yaşama düzeyi sağlayan bir kuruluş olarak tanımlanabilir.

Anayasa Mahkemesi de hukuk devletini, “İnsan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzenini kuran ve kendini bunu devam ettirmekle yükümlü sayan, bütün işlemleri ve eylemleri yargı denetimine tabi olan devlet” şeklinde tanımlamıştır.

Bu tanımda da vurgulandığı gibi, idarenin tüm işlem ve eylemlerinin yargı denetimine bağlı olması, hukuk devletinin olmazsa olmaz koşuludur. Nitekim Anayasamızın 125. Maddesinde, “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” hükmü yer almaktadır.

Hukuk devleti kavramı tam bir kanunilikten, yani her şekli ile ve ne pahasına olursa olsun kanuna uygunluktan ibaret değildir. Hukuk devleti her istediğini yapamayan, kendini hukukla bağlı sayan devlettir. Aksi halde hukuk devleti gerçekte sadece bir kanun devleti olurdu. Kanunilik adı altına devlet her türlü haksızlığı yapabilirdi. Haksızlığın da meşruluk kılıfına sokulabileceğini tarihte acı tecrübelerle yaşamış bulunuyoruz.

Anayasamızda idarenin eylem ve işlemlerinin denetlenmesi için adli yargıdan ayrı, idari yargı yerleri olarak idare, vergi ve bölge idare mahkemeleri; üst mahkeme olarak da Danıştay öngörülmüştür.

Olağanüstü yetkilerle donatılmış yürütme karşısında denge kuran, bireylerin hukukunu devlete karşı koruyarak, onların haksızlığa uğramasını önleyen bir güç olarak tanımlayabileceğimiz “idari yargı”, idarenin hukuka uygun davranmasını sağlamak suretiyle, bireylerin haksızlığa uğramasını önlemekle ve bu suretle hukuk devleti ilkesini soyut bir kavram olmaktan çıkarıp, somut ve yaşanan bir gerçeklik haline getirmekle yükümlüdür.

İdari yargı, devleti oluşturan erklerden, “yürütme” ve onu bütünleyen “idare”nin eylem ve kararlarının hukuka uygunluğunu denetlerken, devlet yönetiminin de hukuk içinde kalmasını sağlar. Bu yönü ile “İdari Yargı” yürütme ve idareyi temsil eden duyarlı siyasi iktidarların da en büyük güvencesidir. Bu konuda Amerika Birleşik Devletleri Başkanlarından Thomas Jefferson’un yargı denetimine vurgu yapan, “yasaların dürüst ve erdemli yargıçlar eli ile uygulanması bizi Anayasa’nın vermediği yetkileri kullanmak tehlikesine ve yanılgısına karşı koruyacaktır” sözleri, yargı denetiminin sadece yönetilenler için değil, yönetenler için de bir güvence olduğunu ortaya koyan önemli ve anlamlı bir örnektir.

Faruk Erem hocamızın 1973 yılında Danıştay kuruluş gününde yaptığı konuşmada da vurguladığı gibi; başlangıçta sadece danışma görevi yapan, 1924 Anayasasıyla “idari ihtilafları rüyet ve halletmek” yetkisi ile donatılan ve nihayet 1961 Anayasasıyla yüksek mahkeme hüviyetine kavuşturulan Danıştay’ımız, kuruluşundan bu yana, önce idari yargının tek organı, daha sonra da temyiz mercii olarak bütün olumsuz koşullara karşın, hukuk devletinin bütün kurum ve kurallarıyla gerçekleşmesinde çok önemli rol oynamıştır.

Danıştay’ımızın yaptığı en büyük hizmet kuşkusuz “idari yargı içtihadını” kurabilmiş olmasıdır. Böylece Türk İdare Hukukunun esasları belli olmuş, bütün özellikleri ortaya çıkmıştır. Yabancı kaynaklardan her zaman faydalanmamız mümkündür, önemli olan toplumumuza özgü bir idare hukuku doğmuş olmasıdır.

Danıştay’ımız hukuk devletinin gerçekleştirilmesinde büyük bir sınav geçirmiş ve bu sınavı kazanmıştır. Buna katkıda bulunanlardan ebediyete göçmüş olanları Tanrının rahmetiyle anıyor, yaşayanlara ise sağlık ve esenlik dolu, uzun ömürler diliyoruz.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

İdari Yargı’nın gerek mevzuat ve gerekse bina, araç, gereç ve personel yönünden güçlendirilmesi konusunda zaman içerisinde ve özellikle son zamanlarda önemli adımlar atılmıştır. Bunun en güzel örneklerinden birisi kutlamamızı gerçekleştirdiğimiz muhteşem Danıştay binamızdır. Ancak hala yapılacak çok şey, aşılacak pek çok sorun bulunmaktadır. Bu sorunları dile getirmemiz, sorunların çözülmesi için yapılması gerekenleri irdelememiz, bizim için bir görevdir. Böylece hem sorunların çözümüne de katkıda bulunabilir, hem de çözümlerin bir parçası olabiliriz.

Acilen çözülmesi gereken sorunların başında yargılamaların uzaması ve makul sürede bitirilememesi gelmektedir. Bu sorun, hem adli ve hem de idari yargının temel sorunudur.

Aşırı uzun mahkeme işlemleri, adalet sisteminin saygınlığını ve toplumun adalet sistemine olan güvenini zedelemektedir. Hiç kuşkusuz geciken adalet, adaletsizliktir.

Geciken adalet adaletsizlik olmakla yargının hızlandırılması hiç kuşkusuz adaletin gerçekleşmesinde ihtiyaç duyulan bir durumdur ancak bundan çok daha önemli ve hayati olan husus hukuk, adalet ve yargılama güvenliğinin varlığıdır. Bu nedenle, yargının hızlandırılması amacıyla yapılan düzenlemelerin adaletin esas amacı olan hakkın gerçek sahibine teslimine ilişkin işleyişe diğer bir deyişle hukuk ve yargılama güvenliğine zarar vermemesi gerekir. Yargıyı hızlandırmak amacıyla yapılan her türlü yasal düzenlemede hızlı adalet ile adaletin güvenli bir biçimde gerçekleşmesi arasındaki dengenin ölçülü biçimde kurulması gerekir.

Yargılamanın makul süreyi aşacak derecede uzamasının nedeni aşırı iş yüküdür. Yargı yükünün azaltılabilmesi için Danıştay’ımızın ve yerel mahkemelerin gerek sayı ve gerekse kaliteli yargıç bakımından güçlendirilmesi gerekliliği ortadadır. Ancak yargının bu kronikleşmiş sorununu çözebilmek için, mahkemelerin, Yargıtay ve Danıştay’ın üye ve daire sayısını arttırma daimi değil ancak geçici bir çözüm olacaktır Ancak böyle bir düzenlemenin içtihat birliğini ortadan kaldırma tehlikesini içermekte olduğunun gözden uzak tutulmaması gerekir.

İş yükü sorununa çözüm bağlamında, hukuk fakültesi mezunu olmayanlara da idari yargıç ve savcı olabilme olanağı tanınmıştır. İdari yargıda hakim ve savcı olarak hukuk fakültesi mezunu olmayanların da yer almasına Türkiye Barolar Birliği her zaman karşı olmuştur.

Hukuk camiası olarak beklentimiz bu yanlış uygulamadan geri dönülmesi iken, halen Türkiye Büyük Millet meclisi Adalet Komisyonunda görüşülmekte olan “Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun Tasarısı”yla “2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanun” unda değişiklik yapılarak idari yargı adaylığına hukuk fakültesinden mezun olanlar dışından alınacak adaylar için var olan %20’lik kota sınırlandırması kaldırılmış ve daha fazla sayıda hukuk fakültesi mezunu olmayanlardan idari yargı hâkimi yapılmasının öngörülmüş olması, hukuk güvenliğine, hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu kadar yargının hızlandırılması ile de hiçbir ilgisi yoktur. Dahası bu düzenleme yargının hızlandırılmasını değil, idari yargıda daha fazla hukuksuzluğa hizmet edecektir. Bu nedenle bu düzenlemeden vazgeçilmesi daha da ötesi hukuk fakültesi mezunu olmayanlara idari yargıda hâkimlik yapma yolunun kapatılarak, adli yargıdaki gibi idari yargıdaki hâkim savcı açığının da tecrübeli serbest avukatlardan ve özellikle de kamu avukatlarından yararlanılmak suretiyle kapatılmasının düşünülmesi gerekir.

İdari yargının iş yükünün fazlalığının bir diğer ve belki de en önemli nedeni, idarenin hukuka uygun davranmaması, bu sebeple de çok sayıda idari eylem ve işlemlerin yargı önüne götürülmesidir. İdare hukuka uygun davranış yolunda ne kadar titizlik gösterirse, ihtilafların da o kadar azalacağı ve yargıya gitmeyeceği açıktır. Diğer bir deyişle, idarenin her türlü eylem ve işlemini hukuka uygun şekilde yapmasının sağlanması, bu soruna etkin bir çözüm olacaktır.

İhtilafa meydan verilmemesi gereken bir olayda ihtilaf çıkarmak ya da açılmaması veya yürütülmemesi gereken bir davayı “hazine çıkarı” anlayışı ile açmak ve yürütmek, yargının iş yükünü gereksiz yere artırmaktır.

Esasen, Anayasamızın 5. Maddesinde de ifade edildiği gibi devletin temel amaç ve görevi, kişinin temel hak ve özgürlüklerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak suretle sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığını geliştirmek için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

Demokratik devlet bütün kurum ve kuruluşları ile temel hak ve özgürlüklerin sadece yasalarla tanımış soyut haklar olarak değil, yaşanılan hak ve özgürlükler olarak gerçekleşmeleri için aktif çaba harcamak zorundadır.

Demokratik devlet bir hizmet devletidir. Devletin hakiki sahibi halktır. Bunun doğal sonucu olarak da devlet yetkilerini kullananlar halkın efendileri değil, onlara hizmet veren kişilerdir.

Artık 14. Louis’nin “Ben devletim” anlayışı çok geride kalmış, “ben devletimin bir numaralı hizmetkârıyım” diyen Prusya Kralı 2. Friederich’in sözü geçerlilik kazanmıştır. Bir başka deyişle artık “devlet birey için vardır, birey devlet için değil”.

Bütün bunların dışında bazı uyuşmazlıkların öncelikle bağımsız, teminatlı ve uzman yüksek kurullar aracılığı ile yarı-yargısal usullerle çözümlenmesi yöntemleri getirilmelidir. Bu bağlamda idari uyuşmazlıkların çözümünde yargılama dışı usullerden , dahili inceleme, uzlaştırma, arabuluculuk, müzakere ve tahkim usulleri yanında, işlevi itibari ile idare ile vatandaşları uzlaştıran gerçek anlamda bağımsız ombdusman kurumlarının da hukukumuza kazandırılması ile uyuşmazlıkların büyük çoğunluğu mahkemelerin dışında; fakat, hukuk kurallarına uygun bir süreçte çözülmesi sağlanacaktır.

Hem Danıştay’ın iş yükünün azaltılması hem de idari davaların yargılama süresinin kısaltılması amacı ile Bölge İdare Mahkemeleri bir an önce yurt içinde birden fazla idare hukuku anlayış ve uygulamasına yol açmayacak şekilde İstinaf mahkemesi statüsüne kavuşturulmalıdır.

Yargılama sürecini uzatması ve uygulamada iş yükünü arttırması sebebi ile Yargıtay’da olduğu gibi Danıştay Başsavcılığının mütalaalarının taraflara tebliğini sağlayarak bu kuruma işlerlik kazandırılması ve bu suretle “adil yargılanma hakkı”nın gereklerinin tam olarak yerine getirilmesi gereklidir.

İdari yargıda bunlar gerçekleştirildiği takdirde ana hedef olan yargılamanın özlendiği şekilde hızlı ve nitelikli olarak gerçekleştirilmesi sağlanmış olacaktır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

İdari Yargı açısından önemli iki soruna da özellikle değinmek istiyorum.

Bunların birincisi idari yargı kararlarının idare tarafından hiç uygulanmaması ya da ilk başta uygulanıyormuş gibi yapıp kısa bir süre sonra aynı hukuksuzluğun idare tarafından tekrar edilmesidir. Bu davranış Anayasamızın 138. maddesine de açıkça aykırıdır.

İdari Yargı alanındaki önemli sorunların bir diğeri de İdari Yargı Mahkemelerinin, idari işlem ve eylemleri yargılama sonuna kadar durdurmayı amaçlayan yürütmeyi durdurma kararlarına ilişkin usuli işlemlerin ağır ve zorlayıcı koşullara bağlanmış olması güçlü ve etkin idareye karşı bireylerin yargısal konumlarını zayıflatmasıdır. Bu durumun düzeltilmesi için gerekli düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Hukuk devletinin olmazsa olmaz unsurları başında yargı bağımsızlığı gelmektedir. Yargı bağımsızlığı anayasacılığın, insan hakları ve demokrasinin korunmasının ve hukuk devletinin köşe taşlarını oluşturmaktadır.

Yargılamada çatışan çıkarlar arasında denge sağlanması ancak hâkimin adil bir hükme varması ile gerçekleştirilebilir. Adil bir hüküm de ancak, hâkimin öncelikle yargılama dışı hiçbir etki altında kalmaması ile elde edilebilir. Bunu, yargıç güvencesi ile birlikte hâkimin bağımsızlığı ilkesi sağlar. Bu ilke önemi nedeniyle Anayasada yer almaktadır. Anayasamızın 138. Maddesine göre, “hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar”.

Genel çizgileri ile yargı bağımsızlığından maksat, yargıçların hukukun çizdiği sınırlarla bağlı kalmak kaydıyla her türlü etkiden ve baskıdan uzak bir biçimde hür ve serbest iradeleri ile uyuşmazlıkları çözüp karara varmalarına imkân veren bir ortamın yaratılmasıdır.

Aslında yargı bağımsızlığı yargıçlara bir imtiyaz olarak verilmiş değildir. Yargı bağımsızlığının amacı, yargıçların hükmü tesis ederken tarafsızlıklarının sağlanmasıdır.

1982 Anayasasının hiçbir yerinde hâkimlerin tarafsızlığından açıkça söz edilmese de tarafsızlık ilkesinin yukarıda sözü edilen 138. Maddesi yanında “demokratik hukuk devleti”, “kanun önünde eşitlik ilkesi” ve “doğal yargıç” gibi temel ilkeler (Anayasa madde 2, 10 ve 37) ile “hak arama özgürlüğü”nün, adil yargılanma hakkının özünde saklı olduğu kabul edilmektedir.

Anayasal demokrasilerde, devletin gerçekleşmesi yönünde çaba sarf etmesi gereken şeylerin en başında adalet gelir. Hukuk devletinin temelini adalet ilkesi oluşturur. Bu ilkenin yaşama geçirilmesi ise sadece ve sadece etkili, üretken, işlevsel ve hızlı işleyen bir adalet sisteminin kurulması ile mümkündür. Bu nitelikteki bir adalet sisteminin kurulması ve işleyebilmesi ise yargının “bağımsız ve tarafsız” olmasını gerektirir.

Kişisel bir davranış ve hatta dürüstlük ilkesi olan tarafsızlık, siyasi sempati ve ideolojik eğilimlerin olmaması anlamına da gelir. Yargıç hem nesnel ve hem de öznel bakımdan bağımsız olmalıdır.

Yargıç devlet organlarına, yargı örgütüne, yargılamanın taraflarına karşı ve her şeyden önce kendine karşı da bağımsız olmalıdır.

Bunun özel hukuk uyuşmazlıklar bağlamında devletin ya da hazinenin taraf olduğu davalarda da, devletin güvenliğine yönelik suçların yargılanmasında da böyle olması gerekir. Zira devletin menfaatini veya güvenliğini korumak yargının ya da hâkimin görevi değildir. Hâkimin görevi vatandaşa tarafsız olarak hızlı ve adil bir şekilde adalet hizmeti vermektir. Adalet tanrıçası Themis’in gözleri bundan dolayı bağlıdır. Maalesef çeşitli seviyelerdeki hâkim ve savcılarımız devleti korumayı, insan haklarını korumanın üzerinde tutan tutum ve davranışlar sergilemektedirler.

Siyasal iktidarlar güçlü ve bağımsız bir yargı erkinin, iktidarlarını etkin bir biçimde sınırlandırmasından ve denetlemesinden korkmuşlar ve her zaman yargıyı kendi etkisi ve kontrolü altına almayı istemişlerdir. Ancak geçmişteki deneyimler göstermiştir ki iktidarların yargıyı etkileme çabaları hep hüsranla sonuçlanmıştır.

Türkiye Barolar Birliği kuruluşundan bu yana siyasetin yargıyı etkilemesine karşı çıkmıştır ve bundan sonra da bu karşı çıkışı sürdürecektir. Çünkü yargının bağımsızlığını korumak ve savunmak aynı zamanda bağımsız avukatlığı savunmaktır, baroların ve Türkiye Barolar Birliği’nin bağımsızlığını savunmaktır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Hukuk devletinin üzerine inşa olunduğu temel hak ve özgürlüklerinden en önemlilerinden biri, savunma hakkıdır. Savunma hakkı, adil, güvenli ve doğru bir yargılama yapılmasının olmazsa olmazıdır.

Hak arama özgürlüğünü ve savunma hakkını somutlaştıran ve pekiştiren kurum, avukatlıktır. Bir başka deyişle avukat, halkın hak arama özgürlüğünün teminatıdır.

Hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu olan bağımsız yargı, yargının olmazsa olmaz koşulu olan “savunma” ile anlam kazanır. Savunma “sav-savunma-karar” üçgeninden oluşan yargının vazgeçilmez öğesidir. Adaletli bir yargılamanın varlığı ancak avukatın etkin katılımıyla sağlanabilir. Bağımsız savunma olmaksızın, bağımsız yargıdan asla söz edilemez. “Adil yargılanma” ve “adalete erişim” haklarının en büyük teminatı bağımsız savunmadır.

Avukatın kalitesi, yargılamanın kalitesini oluşturur.

Avukatın sanatı öncelikle müvekkilinin davasını etkili bir biçimde savunmaktır. Ancak avukatlar sadece müvekkilinin menfaatlerine değil bir bütün olarak adalet sisteminin gereklerine ve adaletin gerçekleşmesine hizmet ederler.

Bağımsız avukatlık, maddi anlamda hukuk devletinin gerçekleşmesini sağlayan kurumlardan biridir.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Yargı erkinin kurucu unsurlarının temsilcileri olan klasik meslekler olarak adlandırabileceğimiz “temel hukuk uygulayıcılarının” Avukat, Yargıç ve Savcıların uygulamalarının sonuçları, hukuk devletini doğrudan etkiler niteliktedir.

Adalet hizmetlerinin kalitesinin artırılması, bu kişilerin kalitelerinin artırılmasıyla mümkündür.

Bu nedenle “nitelikli hukukçu” yetiştirmek büyük önem taşımaktadır. Nitelikli hukukçu yetiştirilmesi ise ancak yeterli ve düzeyli bir hukuk öğretimi ve eğitimi ile kalitesi yüksek bir staj eğitiminden geçmektedir.

Ülkemizde, hukuk öğretim ve eğitiminin yapıldığı hukuk fakültelerinin ve mezunlarının bugünkü durumuna baktığımızda, çok ciddi bir hukuk öğretim ve eğitim reformuna ihtiyaç olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Diğer yandan üniversite öncesi eğitimde, bu gün gelinen noktada orta öğretimin gerekli eğitim ve öğretimi vermekten uzak, öğrencilerin bilgi ve bilgiyi yorumlama düzeylerinin olması gerekenden çok düşük olduğu bilinen bir gerçektir.

Yetersiz bir orta eğitim sonrası üniversite hukuk lisans eğitimi adayı olan öğrenciler ile ÖSYM başarı dereceleri birbirinden farklı öğrencilerin oluşturduğu bir hukuk öğrenci portföyü daha başlangıçta üniversite hukuk lisans eğitiminin handikabını oluşturmaktadır.

Bu bağlamda; Lise eğitimi yeniden yapılandırılmalı, merkezi lise bitirme sınavları yeniden konulmalıdır (Fransa/Bakalorya, Almanya/Abitur, Avusturya ve İsviçre/ Matura gibi).

Hali hazırda ÖSYM tarafından gerçekleştirilen üniversite giriş sınavı tümden kaldırılmalı, her fakülte kendi sınavını yaparak öğrenci kabul etmelidir. Bu bağlamda hukuk fakültelerine giriş sınavlarının ayrı bir sınavla, bir hukukçuda bulunması gereken anlatım ve yazım yeteneği, genel kültürü, analiz ve sentez yapma sorun çözme yeteneklerini ölçecek ve değerlendirecek biçimde sağlanmalıdır.

Dünya standartlarına göre yeterli eğitim kadrolarına ve maddi olanaklara sahip fakülteler kurulmalı ve hali hazırda kurulu fakülteler de bu standartlara uygun hale getirilmelidir.

Hukuk eğitiminin sonunda elde edilecek temel meslekler olan hakim, savcı, avukat, noter olabilmek için mutlaka merkezi bir devlet sınavının konulması elzemdir. Bunun nedeni, yargı diyalektiği içinde yer alan meslek guruplarının aynı hukuki formasyona sahip olmaları ve bir meslekten diğer bir mesleğe geçişte kolaylık ve sorun yaşanmamasıdır.

Diğer yandan yargı örgütünün ve avukatlık mesleğinin bu gün içinde bulunduğu duruma baktığımızda hukuk lisans eğitimi sonrasında ve meslek adaylığı evresinde de aynı şekilde ciddi bir “staj eğitim reformuna” ihtiyaç olduğu görülmektedir.

Yargıçlık stajının eksiklikleri bulunmasına rağmen kalitesinde epey bir mesafe kat edilmiştir. Bunda yargıçlık sınavı ile Adalet Akademisi yoluyla verilen eğitimin önemli rolü bulunmaktadır.

Aynı şeyi avukatlık stajı için de söylemek mümkün değildir. Bu nedenle avukatlık stajının yeniden yapılandırılması zorunlu bulunmaktadır. Özellikle, avukatlık sınavının yeniden getirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.

Bilindiği üzere, yıllarca yapılan mücadeleler sonucunda Avukatlık Kanununa konulan ve mesleğimizin geleceği bakımından son derece hayati önem taşıyan “avukatlık sınavı” Türkiye Barolar Birliğimizin ve neredeyse tüm baroların karşı koymalarına, yargıçlık ve savcılık mesleklerine sınavla kabul yapılmasına rağmen 28.11.2006 günlü ve 5558 sayılı “Avukatlık Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile kaldırılmıştır.

Anayasa Mahkememiz, çığır açan bir karar ile, sınav kaldıran bu yasayı iptal etmiştir. Yasama organından beklentimiz, biran önce yasal boşluk doldurularak Avukatlık Kanunu’nda yapılacak değişiklikle “Avukatlık Sınavının” yeniden yürürlüğe konulması, avukatlık stajının yeniden yapılandırılması ve buna bağlı olarak da başarılı hizmetler verdiğini gözlediğimiz Adalet Akademisi paralelinde Avukatlık Akademisi kurma yetkisinin Birliğimize tanınmasıdır.

Ayrıca bu değişiklikle de meslek içi eğitimin ve mesleki sorumluluk sigortasının zorunlu hale getirilmesi ve vergi mevzuatında yapılacak değişiklikle avukatların şirketleşmesinin teşvik edilmesi avukatlığın toplam kalitesini yükseltecektir.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Avukatlık mesleğinin pek çok sorunu ve bu çerçevede mesleğin gereği gibi ifasının önünde pek çok engel bulunmaktadır. Yargı ve adalet kurumunu doğrudan etkileyen bu engel ve sorunlara kısaca değinmek istiyorum:

Yukarıda da vurgulandığı üzere, savunma mesleğinin her türlü etki ve baskıdan uzak olarak yapılabilmesi, savunma hakkı ve hak arama özgürlüğü için vazgeçilmez bir değerdir. Bu işlevini hakkıyla ve gereği gibi yapabilmesi için savunma mesleğinin, özgür, özerk ve dokunulmaz olması gerekir

Günlük çalışma koşulları içerisinde zaten yeterli güvenceden yoksun olan, adliye ve özel yetkili mahkeme koridorlarında dahi çeşitli tehdit ve baskılarla karşılaşan, yazıhanelerinde ve görevleri sırasında saldırıya uğrayan avukatlar, bir yandan da yasal savunma görevleri nedeniyle “Terörle Mücadele Kanununun 6. maddesi kapsamında ve Türk Ceza Kanununun 288. Maddesine aykırılık teşkil eden suçu (Adil Yargılamayı Etkilemeye Teşebbüs) işledikleri iddiasıyla keyfi olarak suçlanabilmektedirler.

Oysaki avukatın müvekkilini savunmak amacıyla karşılaştığı haksızlıkları, haksızlık nedenlerini ve bu haksızlığa yol açan uygulamaları her ortamda eleştirmesi hem hakkı, hem de asli görevidir. Temel hak ve özgürlüklere aykırılıklarla ilgili gerçeklerin kamuoyu ile paylaşılması dahi bu hak ve görevin en doğal sonucudur ve bu nedenle hukuka aykırılıktan söz edilmesi de mümkün ve doğru değildir.

Günümüze kadar pek çok kez yaşanan savunma hakkına ve mesleğine yönelik haksız uygulamalardan sonuncusu, İstanbul’da kamuoyunda “Balyoz” olarak bilinen davanın yargılama aşamasında yaşanmış, bu bağlamda davayı gören mahkemece savunma görevini yapmakta olan avukat meslektaşlarımız, mahkemenin uyguladığı usulü eleştirdikleri, eksik kalan delillerin toplanmasını istedikleri, yani mesleklerini icra ettikleri, etmek istedikleri için duruşma disiplinini bozdukları gerekçesi ile duruşma salonundan çıkarılmışlardır.

Her ne kadar yapılan işlemlerin Ceza Muhakemesi Kanunu ’nun 230/2 ve 252/f maddelerinde yeri ve yasal dayanağı var ise de, son derece incitici olan dahası savunma hakkını engelleyen bu uygulamayı kabul etmek, olağan ve adil yargılanma ilkesine uygun bulmak mümkün değildir.

Dileğimiz, yasama organının başta, “adil yargılanma hakkı” olmak üzere evrensel hukuk ilkelerine aykırı olan Ceza Muhakemesi Kanunu ’undaki bu düzenlemeyi değiştirmesi ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile paralellik sağlanarak çelişkinin giderilmesidir.

Mahkemelerin görevi, devletin asli ve vazgeçilmez işlevi olan adaleti gerçekleştirmek, bu amaçla maddi gerçeği ortaya çıkarmak, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için gerekli olan delilleri toplamak, talepleri dikkate almaktır. Bu ise savunmayı, savunma görevini yapan avukatı duruşma salonundan dışarı çıkarmakla değil, ancak ve ancak savunmaya, savunma makamının mümtaz temsilcileri olan avukatlara önem ve değer vermekle, savunmayı işlevsel kılmakla, savunmaya saygı duymakla mümkün olur. Unutulmamalıdır ki savunma olmadan adil yargılanma olmaz.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Daha önce sözünü ettiğimiz, “Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkından Kanun Tasarısı” ile getirilmek istenen bazı düzenlemelere ilişkin kimi eleştirilerimizi de sunmak istiyorum;

Hukuk devleti olmanın asgari şartı; daha önce de vurguladığımız gibi, idarenin her türlü eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olması ile vatandaşın herhangi bir engelleme ile karşılaşmaksızın hak arama özgürlüğüne sahip olmasıdır. Bu husus ölçü alındığında idari yargı alanında, bu bağlamda Danıştay Kanununda, Bölge İdare Mahkemelerinin, İdare Mahkemelerinin ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanunda , İdari Yargılama Usulü Kanununda yapılan değişikliklerle:

Bakanlıkların düzenleyici işlemleri ile denetleyici ve düzenleyici kurulların işlemlerine karşı Danıştay’da bir kısım davaların açılması yolunun kapatılarak bu davaların Bölge İdare Mahkemelerinde açılması yönünde düzenleme yapılması,

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun yapısı ve çalışma usulünün değiştirilerek üç yıl süre ile İdari Dava Daireleri Kurulu’nun sürekli çalışır bir kurul haline getirilmesi ve burada görev alacak üyelerin dairelerindeki heyete katılamayıp tüm mesailerini bu kurula vermelerinin öngörülmesi,

İdari yargıda duruşma yapılmasının orantısız ölçüde sınırlandırılması,

Yürütmenin durdurulması kararı verilmesinin neredeyse imkansız hale getirilmesi,

İdari yargıda tek hakimle görülecek davaların sayıca arttırılması,

Karar düzeltme istemleri hakkında yapılan inceleme sonucunda isteğin yerinde olmadığının tespiti halinde kesinlik taşıyan “kabul edilmezlik kararı” verilebilmesi ve bu suretle karar düzeltme yoluna başvurunun sınırlandırılması, açık biçimde hukuk devleti ilkesine aykırı nitelikte olan düzenlemelerdir.

Yine tasarıda, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanun’unun “duruşmada hazır bulunacaklar” başlıklı 188. Maddesinde zorunlu müdafiin yokluğunda da karar verilebileceği öngörülmektedir.

Savunmanın yokluğunda hüküm vermeyi düşünmek bile, insan temel hak ve özgürlüklerine, hukuk devletine, savunma hakkına açık saldırı niteliğindedir.

Dileğimiz, Yasama organımızın bu konuda gerekli hassasiyeti göstererek bu sakıncalı düzenlemeleri kanunlaştırmamasıdır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Ülkemiz hukuk gündemini uzun zamandır işgal eden ve adaletin gerçekleşmesi ve gerçekleştiğinin de görülmesi bağlamında çok önemli bulduğumuz iki noktaya temas etmek istiyorum;

Uzun süren yargılamalar ve tutukluluklar endişe verici boyutta ve ciddi mağduriyetlere neden olmaktadır. Mahkemeler tutuklamaya alternatif adli kontrol tedbirlerine başvurmak yerine tutuklamayı rutin hale getirmiş durumdadırlar. Hepimizin bildiği üzere, hukuk yoluyla veya yargı eliyle insan özgürlüğünü kısıtlamanın en etkili, en caydırıcı ve evrensel aracı hapis cezasıdır. Hapis cezası dışında kişi hak ve özgürlüklerine yönelik en ağır yargı kararı, niteliği itibariyle geçici olan tutuklamadır. Tutuklama kararı, temel bir hakka, yani özgürlük hakkına hukuk yoluyla da olsa müdahale niteliği taşıdığı, adil yargılanma hakkı ile doğrudan ilişkili bulunduğu ve yine ceza değil bir önlem, kural değil bir istisna olduğu için son derece dikkatli biçimde verilmesi gereken yargı kararlarındandır.

Yargılama öncesi tutukluluk, iddia konusu suçun soruşturulması ve toplum ile mağdurun korunması amacıyla ceza yargılamasında son çare olarak uygulanmalıdır. Yargılama öncesi tutuklama kararı yerine, kefalet, ev hapsi, polis denetimi, pasaporta el koyma ve yurt dışına çıkma yasağı gibi alternatif tedbirler uygulanmalıdır.

O nedenle Türkiye Barolar Birliği olarak dileğimiz; yargıçlarımızın tutuklama konusunda son derece duyarlı davranmaları, bu konudaki ulusal ve uluslararası mevzuata uymaları, Türkiye olarak hiç de hak etmediğimiz “tutuklama ayıbından” ülkemizi bir an önce kurtarmalarıdır.

Değinmek istediğimiz ikinci husus da özel yetkili mahkemelerdir.

İhtisas mahkemesi niteliği taşımayan, örneğine demokratik hukuk devletlerinde rastlanılmayan özel yetkili mahkemelerin” işleyişindeki en büyük yanlış, yargılama pratiğindeki en önemli hak olan adil yargılanma hakkına, silahların eşitliği ilkesine aykırı biçimde, bu mahkemelerin görev alanına giren ve katalog suç olarak isimlendirilen suçlarla ilgili olarak getirilen özel nitelikteki soruşturma ve kovuşturma usulüdür. Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde savunma hakkına, olağan ceza usulüne oranla ciddi kısıtlamalar getirilmiş durumdadır.

Devlet Güvenlik Mahkemelerine kurulduğu günden beri karşı çıkmış olan Türkiye Barolar Birliği olarak dileğimiz, demokratik düzenlerin normal zamanlarının mahkemeleri olmayan “özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin” bir an önce kaldırılmasıdır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Son günlerde toplumumuzda tam bir şiddet çılgınlığı yaşanmaktadır. Kadına karşı şiddet, çocuğa karşı şiddet, doktorlara, öğretmenlere karşı şiddet. Şiddet, şiddet, şiddet. Her yerde şiddet; evde şiddet, işyerinde şiddet, sokakta şiddet, spor alanlarında şiddet, medyada şiddet.

Mesleğimiz, meslektaşlarımızda bu şiddet salgınından nasibini almaktadır. Bu saldırıların birçoğu ağır şekilde yaralanma ve ölümle sonuçlanmaktadır. Son saldırı 30 Mart 2012 günü Afyonkarahisar Baromuz mensubu Av. Hüseyin Bürhan Hayran’a karşı gerçekleştirilmiş ve meslektaşımızın ölümü ile sonuçlanmıştır. Meslektaşımız mesleki görevini ifa ettiği için öldürülmüştür. Saldırıları kişisel husumet ya da benzeri nedenlere bağlamak son derece hatalıdır. Saldırıların temel nedeni, meslektaşlarımızın kamu hizmeti niteliğinde ve yargının asli unsuru olan savunma görevini üstlenmiş olmalarındandır.

Avukatlık mesleğine yapılan haksız eleştirilerin ve avukatlara yapılan saldırılarla ilgili olarak failler hakkında sürdürülen soruşturma ve kovuşturmalardaki özensiz davranışların bu saldırıları cesaretlendirdiğini unutmamalıyız.

Son bulmasını istediğimiz bu tür saldırılar, hiçbir şekilde savunma mesleğini en iyi şekilde yerine getirme istek ve azmimizi kıramayacaktır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Son zamanlarda yeni bir anayasa yapılması ile ilgili ülkemizde bir uzlaşma oluştuğu görülmektedir. Bu konudaki görüş ve düşüncelerimizi de kısaca belirtmek isterim.

Dünyanın yazılı ilk anayasaları olan, Virginia, Maryland, Pennsylvania Anayasaları ile onları izleyen Amerikan Anayasası dahil olmak üzere, hemen hemen tüm anayasalar, ait oldukları devletin kuruluş ilkesini ve felsefesini kendi içinde taşırlar. O nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna temel oluşturan paradigmanın, siyasi tercih ve referansların - ki bunların başında kendisine aklın ve bilimin üstünlüğü ile çağdaşlaşmayı hedef olarak alan Atatürk ilke ve devrimleri de vardır - yeni anayasada yer alması gerekir.

Yeni anayasanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri olan ve biri diğerinden soyutlanması mümkün olmayan, aksine hep birlikte bir bütün oluşturan üniter, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini benimseyen; insan haklarını korumayı temel hedef olarak gören ve bunu güvence altına alan; hakları kısıtlayan, kullanılmasını engelleyen değil, hakları çoğaltan ve kullanılmasının önündeki engelleri kaldıran; demokrasi ve hukuk devleti konularında evrensel standartları yakalayan bir anayasa olması gerekir.

Buna göre devletin şeklini, cumhuriyetin niteliklerini, devletin bütünlüğünü, bayrağının şeklini, resmi dilinin Türkçe, ulusal marşının İstiklal Marşı, başkentinin Ankara olduğunu düzenleyen ilk üç maddesinin aynen korunması gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu aynı zamanda bir ulusun oluşmasının da tarihidir. Yüce Atatürk’ün Cumhuriyeti, “ulusal bütünlük” anlayışına dayanır. Atatürk kuracağı cumhuriyetin sınırlarını doğal ve tarihsel gerçeklere dayanarak çizmiştir. Anadolu halkının yapısını gözden uzak tutmamış, tüm ırksal, sınıfsal, dinsel, düşünsel ayrılıklara karşı çıkarak yurttaşı olan herkesi Türk sayan bir ulusçuluk anlayışını benimsemiştir.

Ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti’nin bir çağdaşlaşma projesidir. Yaşamın her yönünün dönüştürülmesini amaçlamış uzun bir süreci ifade etmektedir, bir geçiş değildir.

O nedenle Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkese eşit koşullara tanınan yurttaşlık statüsünün ulusal birlik bilincinden ve bu bilince ortak olma inancından soyutlanması olanaksızdır. Ulus devlet kendilerini birey olarak ifade eden insanlardan oluşan ırk temeline dayanmayan bir yaşama iradesi üzerine kurulu olan siyasal kültürel ve toplumsal birlikteliktir. Ulus hala vatandaşların kişiliklerini geliştirmede, hak ve özgürlüklerini yaşamada, geliştirmede, en önemli ortamdır.

Ortak bir dilin bulunmadığı bir yerde, ki bu aynı zamanda ortak eğitim dilidir, bir ulusun varlığından söz edilemez. Bu nedenle de Türkçe’nin resmi dil, dolayısıyla da eğitim dili olmasından vazgeçemeyiz. Ancak ülkemizde yaşayan insanların kendi ana dillerini öğrenmeleri ve bu dilleri geliştirme hakları da eksiksiz sağlanmalıdır.

Diğer yandan laiklik, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği en temel değerlerden birisidir.

Laiklik, sadece düzene, rejime ve sisteme ilişkin alanda biçimsel demokrasinin işlemesi ve hukukun şeklen var olması ile sınırlı olmayıp, toplumsal yaşamı bir arada tutan, toplumun demokrasi, hukuk ve özgürlükler temelinde bir arada ve barış içinde yaşaması ile varlığını sürdürmesini sağlayan en temel ilkedir.

Türkiye Cumhuriyeti laik olduğu içindir ki, Türkiye’de insan haklarına ve hukuka bağlı devlet ilkesine bağlı çoğulcu bir demokrasi kurulabilmiştir.

Laiklik ilkesinden verilen her ödün insan haklarından verilen bir ödündür.

“İnsan onuru” idarenin ve tüm devlet organlarının bütün eylem ve işlemlerinde uymaları gereken bir “üstün kural” dır. 1961 ve 1982 anayasalarına örnek teşkil eden Alman Temel Yasası’nın 1. Maddesine göre, “insan onuruna dokunulamaz; ona saygı göstermek ve onu korumak tüm devlet organlarının görevidir” .

Yine, Avrupa Birliği Anayasası Taslağının I.1. Maddesinde, ” İnsan onuruna dokunulamaz.İnsan onuru saygı görmeli ve korunmalıdır.” hükmü yer almaktadır. Anayasamızda benzer bir hüküm yer almamakla birlikte, Anayasa Mahkememiz insan onurunu, “insanın ne durumda hangi koşullar altında bulunursa bulunsun sırf insan oluşunun kazandırdığı değerin sayılmasını ve tanınmasını anlatır” diye tanımlayarak onu bir “üstün kural” olarak kabul etmiştir.

İnsan onurunun dokunulmazlığını vurgulayan benzer bir hükmün yeni yapılacak olan anayasada yer alması yerinde olacak, önemli bir eksiklik giderilmiş olacaktır.

Yeni anayasada parlamenter sistem muhafaza edilmeli, bu sistem başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemine dönüştürülmemelidir. Parlamenter sistemin özüne uygun biçimde Cumhurbaşkanı’nın yetki ve görevlerinin, temsil düzeyine indirgenmesi, yasama, yürütme ve yargı organlarının kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun biçimde düzenlenmesi, yasama organının yürütme organını denetleme araçları ile denetleme mekanizmasının güçlendirilmesi gerekir.

Yeni anayasanın dilinin açık, anlaşılır, teknik deyimlerden olabildiğince arınmış, sadece anayasa uzmanları ve yüksek mahkeme yargıçları tarafından değil, sıradan vatandaşlarca da okunup anlaşılabilir içerikte ve yalınlıkta olması, gereksinim duyulduğunda anayasal sistem içinde değiştirilmesine izin vermeyecek derecede katı olmaması gerekir.

1961 Anayasası’na 1971 değişiklikleri ile birlikte giren ve daha sonra 1982 Anayasası’nın 91.maddesine aktarılan, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı biçimde yasa yapma yetkisinin yasama organından alınarak keyfiliğe ve otoriterliğe her zaman daha açık yürütme erkine devredilmesi niteliğinde olan ve örneklerine daha çok otoriter/totaliter devletlerde rastlanan “kanun hükmünde kararname” kurumuna yeni anayasada yer verilmemesi, eğer verilecekse de bu yetkinin sadece savaş zamanı, sıkıyönetim ve olağanüstü dönemlerle sınırlı tutulması gerekir.

Yargı bağımsızlığının en önemli güvencelerinden biri de yargının özyönetimini sağlayan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruludur.

Bu kurulun daha önceki yapısı, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin yüksek kurul üyelerini, yüksek kurul üyelerinin de Yargıtay ve Danıştay üyelerini seçtikleri “kooptasyon” denilen kapalı bir kast sistemi idi. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa değişikliği sonucu çağ dışı olan, çoğulcu ve demokratik olmayan bu modelin değiştirilmesi ve yerine karma bir yapının oluşturulması olumlu bir gelişme olmuştur. Ancak, kurulun hem yargıçlar ve hem de savcılar için ortak bir kurul olarak devam ettirilmesi yerinde olmamıştır.

Bilindiği üzere yargıçlık ve savcılık meslekleri, birbirlerinden farklı mesleklerdir. Bu yön dikkate alınarak, her iki mesleğin özlük işleri ile ilgili kurullarının iki ayrı yapıda örgütlenmesi gerekir. Esasen ‘silahların eşitliği’, yani iddia ve savunma makamlarının eşit konumda bulunmaları ilkesi de bunu gerektirir.

Buna göre yeni anayasada Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, diğer ülkelerde olduğu gibi, Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu biçiminde iki ayrı yapıda düzenlenmesi, Hakimler Yüksek Kurulu Başkanlığının Yargıtay Birinci Başkanı’na, Savcılar Yüksek Kurulu Başkanlığı’nın ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na tevdii edilmesi, yargının kurucu unsuru olan savunmanın temsilcisi avukatlara her iki kurulda da yer verilmesi, ve bu üyelerin Türkiye Barolar Birliği Genel Kurulunda doğrudan seçilmesi, Adalet Bakanı ile müsteşarının her iki kurulda da görev almamaları, Cumhurbaşkanı’nın her iki kurula da üye seçmemesi, onun yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi ‘ne nitelikli çoğunlukla üye seçme yetkisinin verilmesi gerekir. Venedik Komisyonuna göre de, yargı konseyi üyelerinin bir kısmının parlamento tarafından seçilmeleri konseye demokratik meşruiyet kazandıracaktır.

Anayasa sistemimiz açısından anayasa yargısının yerleşmiş ve kabul görmüş bir kurum olması ve anayasanın önemli güvencelerinden birini oluşturması nedeniyle yeni anayasada Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu bağlamında demokratik meşruiyet ilkesi gereğince, yine Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmek yetkisinin verilmesi ve yine Mecliste yapılacak seçimlerde mutlaka nitelikli çoğunluğun aranması gerekir. Bu bağlamda işaret etmek gerekir ki, Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmek konusunda Cumhurbaşkanı’na tanınan doğrudan ve dolaylı yetkinin de yeni anayasada geniş tutulmaması ve serbest avukatlardan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aday gösterme yetkisinin Türkiye Barolar Birliği’ne verilmesi gerekir.

Yargılama faaliyetinde sav, savunma, hüküm bir bütün olup hep birlikte yargının kurucu unsurunu oluştururlar. Dünyanın demokratik her ülkesinde kabul gören ve evrensel bir kural olan bu durum göz önüne alınarak, barolara ve savunma makamına yeni anayasanın yargı ile ilgili bölümünde yer verilmeli ve böylece serbest avukatlığın, baroların, Türkiye Barolar Birliği’nin bağımsızlığı anayasal güvence altına alınmalıdır.

Birçok ülkede, örneğin Almanya’da, yüksek yargı organlarına belirli bir meslek deneyimine sahip ve mesleğinde yetkinliğini kanıtlamış olan avukatların doğrudan atanmalarının yolu açık bulunmaktadır. Yeni anayasada da böyle bir yol açılarak yargının kurucu ve asli unsuru olan avukatların yüksek mahkemelerde görev yapmalarının sağlanması adil yargılanmanın ve adaletin gerçekleşmesine çok büyük katkıda bulunacaktır.

Yeni anayasada askeri yargı, ‘disiplin yargısı-mahkemesi’ statüsünde olmalıdır. Yine yeni anayasada idari yargıdaki askeri/sivil ayrımı kaldırılmalı, idari yargı tek ve özel bir ihtisas alanı olarak düzenlenmelidir.

Yüksek Öğretim Kurumu’nun, yeni yapılacak anayasada, yüksek öğretimle ilgili olarak sadece standart koyan, koyduğu standartları izleyen ve yüksek öğretim kurumlarının uygulamaları arasında birlik ve eşgüdüm sağlayan bir yapıya dönüştürülmesi ve böylece üniversite ve yüksek okulların idari, mali ve bilimsel yönden özerk olmaları sağlanmalıdır.

Dil ve Tarih Kurumları Büyük Atatürk tarafından özellikle özel hukuk hükümlerine tabi olarak dernek statüsünde kurulmuşlardır. Bu husus ile Atatürk’ün zaman içinde yaşanarak doğrulanan tercihi göz önüne alınarak, her iki kuruma da yeni anayasada yer verilmemesi, her iki kurumun da kamu tüzel kişiliği statüsünden çıkartılmaları, dernek statüsüne dönüştürülerek özel hukuk hükümlerine tabi kılınmaları ve bu suretle Büyük Atatürk’ün vasiyetinin 30 yıllık bir aradan sonra yeniden yerine getirilmesi gerekir.

Kadınlar lehine pozitif ayrımcılığın 1982 Anayasası’nın değişik 10/2. maddesindeki mevcut düzenlemenin daha da önüne taşınması ve yine az yukarıda yer verilen 50/2. maddedeki gibi veya benzeri düzenlemelerden kaçınılması daha uygun ve kadınlarımız yönünden onurlandırıcı olacaktır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Ne kadar mükemmel anayasa, ne kadar mükemmel yasalar yapılırsa yapılsın, ne kadar mükemmel kurumlar oluşturulursa oluşturulsun, eğer yargının bütün unsurları avukatlar, yargıçlar ve savcılar adaleti gerçekleştirme görevini bir “misyon” olarak üstlenmez, bu görevlerini “içselleştirmezler” ise, insan temel hak ve özgürlüklerini esas alan demokratik, laik, sosyal, hukuk devletinin tüm kurul ve kurallarıyla yaşama geçmesi mümkün olamayacaktır.

Eğer bu kişiler, iyi yetiştirilmiş, iyi eğitilmiş çağdaş bilgilerle donatılmış, dürüst ve özellikle de egemenlerin bütün dayatmalarına karşı duracak kadar yürekli ve cesur değillerse, yargı güvencesinden de söz edilemez. Demokrat olmak cesur olmaktır.

Konuşmama son vermeden önce şunu özellikle vurgulamak isterim ki; yaşam ve varlık nedeni demokrasi, insan hakları, barış, özgürlük, hukukun üstünlüğü gibi temel kavramlar yanında, hedefi tüm kurum ve kuralları ile işleyen laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan, Türkiye Barolar Birliği ve Barolarımız, nereden ve kimden gelirse gelsin bu üstün değerlere ve bize emanet edilen laik demokratik Cumhuriyetimize yönelik her türlü istismar ve saldırıya karşı, geçmişinden aldığı güçle her zaman olduğu gibi gelecekte de örgütsel refleksini ve karşı duruşunu her koşul ve şartta sergilemeye devam edecektir.

Yiğit insan, yetkin hukukçu, değerli başkanımız rahmetli Özdemir ÖZOK, Danıştay’ımızın 142. kuruluş yıldönümünde konuşma yapmayı çok istemiş, ancak toplantının yapılmasından 15 gün önce, 25.04.2010 tarihinde vefat etmesi nedeniyle bu arzusunu gerçekleştirememiştir.

Bu gün burada kendisini rahmetle andığımız Özok, 10 Mayıs 2009 tarihinde Danıştay’ımızın 141. Kuruluş yıl dönümü nedeniyle yapmış olduğu son konuşmasını;

“… Yakın bir gelecekte Atatürk İlke ve Devrimlerinin aydınlattığı, akıl ve bilimin egemen olduğu insan hakları ihlallerinin yaşanmadığı herkesin kendisini özgürce ifade edebildiği, temel hak ve özgürlüklerin kişisel ve kurumsal olarak yaşama geçtiği, tüm yurttaşlarımızın hukuk güvenliğinden yararlandığı, barış, kardeşlik ve huzurun yaşandığı, korkunun söz konusu olmayacağı bir ülke olma umudunu”

Dile getirerek tamamlamıştı.

Ben de aynı duygu ve düşüncelerle demokratik, laik cumhuriyetimizin ve hukuk devletimizin başlıca güvencelerinden olan, Yüce Danıştay’ımızın 144. Kuruluş yıldönümünü içtenlikle kutlar, saygılar sunarım.

 
 
Av.Talay ŞENOL 
Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı