Dumlupınar Üniversitesi Konferans

7632

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av.Vedat Ahsen Coşar, Dumlupınar Üniversitesi’nin daveti üzerine öğrencilere “Demokrasi, Hukuk, Adalet” üzerine konferans verdi.

Konferansa öğrencilerin yanı sıra Dumlupınar Üniversitesi rektörü Prof.Dr. Ahmet Karaaslan, rektör yardımcıları Prof.Dr. Yunus Erdoğan, Prof.Dr. Kaan Erarslan, Prof.Dr. Osman Genç, Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı Av.Talay Şenol, Kütahya Barosu Başkanı Av.Sabit Özdoğlar, Afyon Barosu Başkanı Av.Turgay Şahin, Kütahya Adli Yargı Komisyon Başkanı Hakim Nuh Kalkan, Kütahya Barosu TBB Delegeleri Av.Burhanettin İlhan, Av.İbrahim Sülün, Kütahya Barosu Yönetim Kurulu Üyeleri katıldılar.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Coşar, yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“Klasik demokrasi yarışmaya, yani halkın tercihine dayanmakla farklı düşünce ve inançları kurucu unsur olarak kabullenmeyi, yani siyasi çoğulculuğu, fikirlerin serbestçe rekabet etmesini, her türlü siyasi düşünce ve felsefenin kendisini özgürce ifade etmesini ve örgütlemesini, inanç özgürlüğünü, siyasi eşitliğe dayanarak yapılan düzenli seçimleri gerektirir. Bütün bunlar halkı yönetime ortak etmenin, halkı yetkilendirmenin yolları ve araçlarıdır.

Geçen yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren geçmişteki bütün çağlardan çok farklı bir çağda yaşıyoruz. Bu çağın adı demokrasi çağıdır. Bu çağla birlikte kapalı sistemler açılmaya, otoriter rejimler çökmeye, alışılagelmiş hiyerarşiler yıkılmaya, kimi tabular sorgulanmaya, daha düne kadar doğru bilinenler yanlış, yanlış bilinenler doğru bulunmaya başlamıştır.

Sadece bunlar değil, güç ilişkisi de değişmiş, iktidar seçkinlerin elinden çıkarak halkın, yani ‘demos’un eline geçmeye başlamıştır. Sadece devletler, hükümetler, kurumlar, kuruluşlar değil, ekonomi de, kültür de, teknoloji de, enformasyon da demokratikleşmiştir. Böylece kadim Yunan’dan bu yana bir yönetim biçimi olarak bildiğimiz demokrasi, aynı zamanda bir yaşam biçimi olmuştur.

Bu gelişmelere bağlı olarak demokrasinin anlamı ve içeriği de değişmiştir. Öyle ki, sadece siyasi gücün olabildiğince geniş ve eşit biçimde dağıtılması, yani siyasal anlamda eşitlikten ve yine açık, özgür, adil seçimlerden ibaret bir kurum, kuram ve pratik olarak anlaşılan demokrasi, bunlardan çok daha fazla bir şey olarak kabul görmeye başlamıştır.

Bu bağlamda, hem bunları ve hem de hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını, başta yaşam hakkı olmak üzere, ifade özgürlüğünü, din ve vicdan özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, mülkiyet hakkını, diğer temel hak ve özgürlüklerin korunmasını ve güvence altına alınmasını temel alan ve o nedenle ‘anayasal demokrasi’ olarak isimlendirilen yeni bir demokrasi algısı ve anlayışı gelişmiştir.

Demokrasinin geçirdiği bu değişime bağlı olarak, devlet anlayışı da değişime uğramış, bu bağlamda ‘bekçi devlet’, ‘refah devleti’, ‘sosyal devlet’ gibi aşamalardan geçen devlet anlayışı günümüzde yerini yeni bir modele bırakmıştır. Bu yeni model, bir yandan devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandıran, diğer yandan bireysel özgürlükleri koruyan bir dizi hukuki ve kurumsal sınırlama çerçevesinde işleyen ‘anayasal devlet’tir.

Hükümetlerin seçilme ve iktidara geliş biçimlerinden ve süreçlerinden daha çok, ne yapmayı amaçladıkları ve ne yaptıkları ile ilgili olan ‘anayasal demokrasi’ ve onun devlet biçimi olan ‘anayasal devlet’, klasik liberalizmin kurucu değerleri olan bireye, temel hak ve özgürlüklere, akla, kanun önünde eşitlik ilkesine, hoşgörüye, rızaya dayanmaktadır. Ama en az bunlar kadar ve hatta daha çok temel hak ve özgürlükleri korumak, güvence altına almak için kuvvetler ayrılığı ilkesine, yargı bağımsızlığına, yargıç tarafsızlığına, laiklik ilkesine, adil yargılanma hakkına dayanmakta ve bunun için de hukukun üstünlüğünü siyasetin merkezine koymaktadır.

‘Anayasal demokrasi/Anayasal devlet’ anlayışına göre devlet, kutsal bir varlık olarak değil; insani ve hukuki bir kurum, yani bir hizmet organizasyonu olarak örgütlenir. Meşruiyetini, insan haklarından, halkın egemenliğinden alan bu devlet biçiminde şeffaflık ve sivillik esastır. Bunun sağlanabilmesi için de, gerek devletin örgütlenmesinde, gerekse kamu kurum ve kuruluşlarının yapısının, işleyiş biçiminin ve hukukun oluşturulmasında yurttaşların; devletin asli üyesi olarak kamusal özerkliklerinin ve birey olarak kişisel özerkliklerinin ve yine devlet ile sivil toplum arasında aracılık yapan kamusal alanın bağımsızlığının korunması gerekir.

Kuşkusuz bir sistem olarak demokrasinin merkezini seçimle gelen, meşruiyetini açık, özgür ve adil olarak yapılan seçimlerden alan yürütme erki oluşturur. Demokratik bir sistem içinde devletin siyasasını yürütmek, toplumun düzen ve istikrarını sağlamak yürütme erkinin görev, yetki ve sorumluluğu altındadır. Silahlı kuvvetler de, polis gücü de, bürokrasi de sivil yönetimin emrindedir ve ona bağlıdır.

Peki! Yürütme erki ne ile bağlıdır? Anayasanın çizdiği sınırlarla, yani hukukla, evrensel hukukla bağlıdır. Esasen demokrasi ile anayasal demokrasi/anayasal devlet arasındaki gerilim veya gerginlik de buradadır. Demokrasi, iktidarın, çoğunluğun seçtiği tek elde toplanmasına izin ve olanak verirken, anayasal demokrasi, siyasi iktidarın birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması demek olan anayasacılığı ve buna hizmet eden kuvvetler ayrılığı ilkesini, yani anayasal devleti, yani sınırlı devleti öngörür. Yönetme yetkisini çoğunluğa verirken azınlığın haklarını korur, bu amaçla devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandırır.

Anayasal demokrasilerde, diğer bir deyişle anayasal bir devlette, temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda merkezi öneme sahip olan organ, ‘yargı organı’dır. Onun için yargının bağımsız ve tarafsız olması gerekir. Yargı bağımsızlığı ilkesi yargıçlara tanınmış bir ayrıcalık değil, onların tarafsızlığını sağlamanın aracıdır. Kişisel bir davranış ve hatta dürüstlük ilkesi olan tarafsızlık, siyasi sempati ve ideolojik eğilimlerin olmaması anlamına gelir. Kuvvetler ayrılığının uygulamasından ibaret bir anayasal ilke olan yargı bağımsızlığı, devletin üç temel organı olan yasama, yürütme ve yargı arasında kesin bir ayrımı gerektirir.

Sevgili Öğrenciler,

Hukuk nedir ve nasıl doğmuştur? Tarihçi Hukuk Okulu’nun iddia ettiği gibi hukuku halkın ruhu, milletin hukuki vicdanı mı doğurmuştur? Yoksa Sosyal Hukuk Okullarının ileri sürdüğü üzere hukuk toplum hayatının bir ürünü müdür? Ya da hukuk, pozitivistlerin yaptığı gibi akli yöntemin yerine deneysel yöntemin konulması sonucu ortaya çıkan olgular toplamı mıdır? Locke’un sözleşme kuramında ileri sürdüğü gibi hukuk bir güven ve özgürlük değiş tokuşu mudur? Formalist kuramlar bağlamında hukuk en güçlü olanın iradesi midir?

Amacım bu soruların yanıtını aramak, bu yanıtı ararken kimi felsefi tartışmaların içerisine girmek değil elbette. Amacım sadece ve geçmişteki bütün zamanlarda ve hemen her toplumda, ister egemenin iradesinin ürünü olsun, ister halkın ruhundan doğmuş bulunsun, ister ise toplumun, toplumsal olayların bir ürünü olsun bir hikmet-i hükümetin ve onun bir hukukunun olmasıdır.

Geçmiş zamanlarda dış etkilere, evrensel kimi değerlere sıkıca kapalı olan, son derece yerel ve otantik olan egemenin hukuku artık günümüzde pek öyle değil. Öyle değil, zira artık bir tek egemen yok. Yerel/ulusal egemen veya egemenlerin yanı sıra küresel/uluslararası egemen veya egemenler ile onların hukuku var. Öyle olduğu içinbireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu olan hukuk’ günümüzde sadece yerel/ulusal değil, aynı zamanda uluslararası/küresel bir olgudur. Hukuku küreselleştiren en önemli etken ise, kendisi küresel bir kurum, kavram ve değer olan insan haklarının varlığıdır.

Geride bıraktığımız yüzyıl, teknoloji alanında getirdiği olağanüstü buluşların yanında, totaliter yönetimlerin yıkılmasına, rakipsiz bir siyasal örgütlenme modeli olarak demokratik yönetimlerin kurulmasına tanıklık etti. Bu süreçle birlikte insan hakları ve siyasal özgürlük başta olmak üzere, diğer hak ve özgürlükler hem yerel/ulusal, hem de küresel/uluslararası düzeyde egemen retoriğin önemli ve vazgeçilmez parçası haline geldi.

Devlet olsun, piyasa ve hukuk sistemi olsun, iktidarıyla muhalefetiyle siyasi partiler, medya, sivil toplum kuruluşları, diğer kamusal çıkar grupları olsun, bugün yaptığımız türden etkinlikler olsun; bütün bu alanlarda ve konularda getirilen düzenlemelerin dağıttığı yararların pasif alıcıları olmaktan daha çok, değişimin aktif özneleri olan bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin artırılmasına ve güvence altına alınmasına önemli katkılarda bulundu.
Böylece ve giderek kategorik hukuk ilkeleri olarak hukuk felsefesinin merkezinde yer alan, özgürlük, eşitlik gibi en temel iki ontolojik ve ahlaki değerden türeyen, diğer bütün hak iddialarına göre ahlaki öncelik taşıyan, en geniş anlamda siyasal meşruluğun ölçütü olan insan hakları, gerek hukukun oluşturulmasında, gerekse uygulanmasında esas alınması gereken temel bir referans oldu.

Bu gelişmelere bağlı olarak, daha düne kadar kimi uluslararası bildirilerde ve sözleşmelerde yer verilen insan hakları, ulusal hukuk normlarının ve hatta en üstün hukuk normu olan anayasaların içerisine gelip yerleşti. Bu tespite bizim hukukumuzdan bir örnek vermek gerekir ise, Anayasamızın Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini belirten 2.maddesiyle 90.maddesini verebilirim.

Sevgili Öğrenciler,

Aramakta olduğumuz iyiliğin servet olmadığı açıktır; çünkü servet sadece faydalıdır ve başka bir şey içindir. Aradığımız şey erdemdir.’ Bu sözler Aristoteles’e ait.  

Erdemli olmak için ahlak sahibi, ahlak sahibi olmak için de etik sahibi olmak gerekir. Felsefenin bir disiplini olan ve kendini ahlaki eylemin bilimi olarak tanımlayan ‘etik’, yaşamın tek yönlü kaygılarla rasyonalize edilmesine yönelmiş olan bireysel çıkar ve hesapların yıkıcı etki ve sonuçlarını eleştirel bir aynadan yansıtan önemli bir uyarıcı ve yol gösterici görevi üstlenmiştir.

Annemarie Pieper”in ‘Etiğe Giriş’ isimli özgün eserinde işaret ettiği üzere ‘etik’ bize, kendisini sadece paraya, mala, mülke, bireysel çıkarları en üst düzeye çıkarma kaygılarına sabitlemiş niceliksel düşünce karşısında; bütün bunlara sığmayan, bunları aşan, pratik aklın ahlaksal yetkinliği ile doğrulanmış olan özgürlük, eşitlik, adalet, hoşgörü, erdem gibi soylu amaç ve hedefleri sunan bir nitelikler dünyasının var olduğunu anlatır.

Bu niteliksel değerler, kolektif sorumluluklarının bilincinde, ahlaksal talepleri genel bağlayıcı talepler olarak benimseyen ve yaşamlarında bunları kendilerine mal etmiş olan bireylerin, kendi kaderlerini tayin etme hakkını, bütün hakların en üstüne koyan bir yaşama biçiminin ahlakını sunar.

Özgürlük, eşitlik, adalet gibi niteliksel değerler aynı zamanda birer haktırlar. Haklar ahlakı, eşitliğe dayanır ve merkezinde adalet anlayışı vardır. Hak, hukukun tanıdığı ve koruduğu çıkardır. Bu çıkar sorumluluğu da beraberinde taşır. Hakların ahlakiliğinin karşısında sorumluluğun etiği vardır. Haklar etiği, eşit saygının, ötekinin ve benliğin hak iddialarını dengelemenin bir ölçütü iken; sorumluluk etiği, sevgi ve önemseme gibi değerlere dayanır ve bunlardan beslenir. Adalet ve önemseme karşılıklı olarak birbirine bağlı olduğu gibi haklar da toplumsal sorumluluğa bağlıdır.

Niteliği itibari ile negatif bir kavram olan hukukun en önemli işlevi zarar vermezlik, yani zarar verilmesini engellemektir. Bunu sağlamak için hukuk himayeci, korumacı olmak durumundadır. Negatif özelliği gereği hukukun amacı adaletsizliğin, zorbalığın egemen olmasını önlemektir. Bu ise ancak hukukun, haklar ve sorumluluk etiği temelinde oluşturulması ve uygulanmasıyla, yani saygıda eşitlik sağlanmasıyla, benliğin ve ötekinin hak iddialarının dengelenmesiyle, sevgi ve önemseme temelinde şekillendirilmesiyle, kısaca insan hakları eksenine oturtulmasıyla, yani ‘Dostlara adil davranılır, düşmanlara kanun uygulanır’ değil, herkese adil davranılmasıyla mümkün olur.

Beni sabırla dinlediğiniz için, teşekkür eder, hepinize bir kez daha sevgi ve saygılar sunarım.”   

Konferansın bitiminde Dumlupınar Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ahmet Karaaslan tarafından TBB Başkanı Av.V.Ahsen Coşar’a plaket sunuldu.