Yargıda Zaman Yönetimi
Adalet Bakanlığı tarafından Erzurum’da  düzenlenen “Yargıda Zaman Yönetimi” semineri Adalet Bakanı Bekir Bozdağ,  Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit,  Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, HSYK üyeleri, üst düzey bürokratlar ve  akademisyenlerin katılımıyla başladı. 
  
  Toplantıya Türkiye Barolar Birliğini temsilen katılan Başkan Yardımcısı  Av. Berra Besler, seminerin açılışında yaptığı konuşmada, projeye ilişkin  olarak TBB’nin görüşlerini dile getirdi. 
  
  Konuşmasına katılımcıları selamlayarak başlayan Besler şunları söyledi: 
  
  Adalet Bakanlığı’nın 2016 yılı bütçesinin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe  Komisyonunda Sayın Bakan, “toplumsal yaşamın huzur ve güven içerisinde sürdürülebilmesinin  ancak adalet sisteminin etkin bir şekilde işlemesi ile mümkün olabileceğini”  söylemiştir.  
  
  Bu görüşlere katılmamamız mümkün değildir. Kendilerine teşekkür ediyoruz. 
  
  Sayın Bakan aynı konuşmasında  atılacak yeni adımlarla yargılamaların makul ve öngörülebilir bir sürede  tamamlanmasını hedeflediklerini de dile getirmiştir. 
  
  Hiç kuşkusuz adalette isabet  kadar sürat de önemlidir. Adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından biri  olan “makul sürede yargılanma ilkesi”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5.  Maddesinin 3. Fıkrasında “herkesin makul bir sürede yargılanma veya yargılanma  süresince serbest bırakılma”, 6. Maddesi’nin 1. Fıkrasında “herkesin davasının  bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından makul sürede görülmesini isteme”  hakkına sahip olduğu ifadelerinde yerini bulmuştur. 
  
  Keza Anayasanın 19. Maddesinin  7. Fıkrasında, “Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve  soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır”  hükmü yer almaktadır. 
  
  Öte yandan Türkiye genelinde  uygulanacağı söylenen “Yargıda Zaman Yönetimi Projesi” ile dava türlerine göre  öngörülecek sürelerin soruşturma ve dava aşamalarında taraflara önceden tebliğ  edileceği anlaşılmaktadır. 
  
  Yine Avrupa Konseyi Avrupa  Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ) tarafından, “üye devletlerin, yargılamada  hedef süreleri belirleyerek davanın taraflarına bildirilmesinin yargıya olan  güveni artıracağı” ifade edilmektedir. Bu varsayıma dayalı olarak Türkiye  genelinde uygulanması planlanan “Yargıda Zaman Yönetimi” Projesinin beklenen  sonuçları doğurup doğurmayacağı üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir  konudur. 
  
  Bu varsayımın doğrulanabilmesi  için her şeyden önce, yargıyla ilgili teknik, fiziki ve insan unsuruna ilişkin  sorunların en aza indirilmesi ve tüm ülke düzeyinde eşit koşul ve olanakların  sağlanabilmesi gerekir. Bir başka deyişle, Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde  mevcut alt yapı ve üst yapı unsurlarının ülkemiz bakımından da sağlanabilmesi  gerekir. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye aleyhine  verdiği kararlarında da açıkça görülebileceği gibi, yargılamada makul sürenin  aşılmasına sebep olan etmenler, büyük ölçüde mevzuattan değil, uygulamadan  kaynaklanmaktadır. 
  
  “Makul süre”de yargılama,  “hızlı” bir yargılamayı da ifade etmez. Makul bir sürede yargılama, aynı  zamanda bağımsız ve tarafsız mahkeme önünde, delillerin hakkaniyetle  değerlendirilmesini, tanık dinleme eşitliğini, savunmaya yeterli zaman ve imkan  verilmesini gerekli kılar. 
  Bu çerçevede, her davayı  kapsayacak standart bir “makul” süreden bahsedilemez. Makul süre, her  davanın özelliğine ve seyrine göre belirlenecek bir süredir.
  
  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,  “makul süre” ihlali olup olmadığını belirlerken “davanın karmaşıklığı”, “başvurucunun  tutumu” ve “yetkili makamların tutumu” kriterlerini ele alarak  inceleme yapmakta, her davanın kendine özgü özelliklerini dikkate alarak sonuca  varmaktadır. 
  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi  içtihatları doğrultusunda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarında, bu durum  açıklıkla ifade edilmiştir. Buna göre; 
  
  Makul sürede yargılanma  hakkının amacı, tarafların uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle maruz  kalacakları maddi ve manevi baskı ile sıkıntılardan korunması ile adaletin  gerektiği şekilde temini ve hukuka olan inancın muhafazası olup, hukuki  uyuşmazlığın çözümünde gerekli özenin gösterilmesi gereği de yargılama  faaliyetinde göz ardı edilmeyeceğinden, yargılama süresinin makul olup  olmadığının her bir başvuru açısından münferiden değerlendirilmesi gerekir.  (2012/13) 
  
  Türkiye’de makul sürenin aşılması; yeterli ve nitelikli mahkeme  personeli eksikliği, hakimlerin mesailerinin bir bölümünü idari işlere ayırmak  zorunda kalması, mevzuatın çok sık değişikliğe uğraması ve kanunların iyi  yazılmaması, usul çerçevesindeki eksiklikler ve süreler, hakim ve savcıların  görev değişiklikleri, yetki uyuşmazlığı, izin gerektiren özel soruşturma  usulleri, adli kolluk müessesesinin iyi işlememesi, teknik ve fiziki  olanakların yetersizliği, mahkemeler ile resmi kurumlar arasındaki uzun  yazışmalar, diğer kamu kurumlarının iş yoğunluğu nedeniyle yazışmalara  zamanında cevap vermemesi, bağımsız bir adli tebligat kurumunun olmaması,  bilirkişilerin görüşlerini zamanında bildirmemesi, teknolojinin etkin olarak  kullanılmaması gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır.  
  
  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi içtihatları  ortadayken, makul süre aşımını ortaya çıkaran nedenler belliyken; soruşturma ve  dava aşamalarında sürelerin öngörülerek taraflara bildirilmesi gibi bir uygulamaya  gitmek sorunları çözmeyeceği gibi aksine büyütecektir. 
  
  Makul süre, aynı dava türü  bakımından bile standardize edilemez. Çünkü davada taraf sayısı, davadaki  deliller, taraflar ve bilirkişi, tanık vb. üçüncü kişilerin davranışları da  farklı olacaktır. Öte yandan usul yasalarımızda düzenlenen davadan feragat,  davayı kabul ve sulh işlemlerinin ne zaman gerçekleştirileceği veya  gerçekleştirilemeyeceği tarafların bile öngöremeyeceği bir durumdur. 
  
  Bütün bunlar karşısında, hâkimin, taraflara davanın başında taahhüt  edilen ve öngörülebilir olduğu ifade edilen bir zaman baskısı altında  çalışması, bir an önce karara ulaşma kaygısı, tahkikatın özensiz yapılmasına  yol açabilecek bu da yargıda kalitenin ve güvenin artması değil, tam tersine  kalitesiz ve özensiz kararların çıkması sonucunu doğurabilecektir. 
  
  Türkiye’de temyiz edilen  kararların yarıdan fazlasının Yargıtay tarafından bozulduğu dikkate alınırsa  geri dönecek davalarla mahkemelerin iş yükünün azalması değil artması söz  konusu olabilecektir. 
  
  Ayrıca, hâkim bakımından bu  sürelere uyulmaması veya uyulamamasının yaptırımının da ne olacağı önemlidir.  Kaldı ki, kanunlarda yer alan birçok hükmün uygulamanın gerçekleriyle  örtüşmediği açıktır. Örneğin HMK’nun basit yargılama usulünde davaların en  fazla üç duruşmada bitirilmesi gereğinin hayata geçirilebildiğini söylemek  mümkün değildir. 
  
  Yargı hizmetinin süresinin  standardize edilmeye çalışılması, vatandaşlar bakımından güven yerine  güvensizlik yaratıp, davalarında kendilerine özen gösterilmediği, yeterince  dikkate alınmadıkları duygusunu da oluşturabilir; bu ise zaman zaman ispat  hakkının veya hukuki dinlenilme haklarının ihlal edilmesi anlamına da gelir. 
  
  Soruşturma ve dava  aşamalarındaki sürelerin öngörülerek taraflara bildirilmesi, CMK ve HMK’da yer  alan süreleri yok sayma, dosyalara peşin hükümle bakma gibi bir sakıncayı  doğuracak, adalete erişimi engelleyecektir. 
  
  Hâkime bir davayı öngörülen süre içerisinde bitirmesini hedef olarak  koymak, onun, asli görevi ve varlık sebebi olan yargılama faaliyetinin içini  boşaltmak anlamına gelir. 
  
  Yargının ağır işlemesine sebep  olan faktörlerin ortadan kaldırılması halinde, hâkimin bağımsız ve tarafsız bir  şekilde hukuka uygun olarak vicdani kanaat oluşturması mümkün olur. Aksi halde  hâkimin görevi, mekanik ve biçimsel bir faaliyete indirgenmiş olacaktır. 
  
  Yargıtay’ın da kararlarında  belirttiği gibi, “Adalet bir oldubittiye getirilmemeli, davaların süratle ve  ekonomik yollarla çabuk bitirilmesi kuralı yanında da davada esas olan adaletin  gerçeğe en uygun sağlanması amacı hiç bir zaman ihmal ve göz ardı  edilmemeli, adaletin sekil hukukuna tercih edilmesi üstün  görülmemelidir.”
  
  Öncelikle yapılması gereken  gerek ceza yargılamalarında, gerek hukuk yargılamasında ve idari yargıda,  yargılamanın nasıl yapılacağını belirleyen usul yasalarının en iyi şekilde  uygulanmasını sağlamaktır. 
  
  Ön incelemenin iyi bir şekilde  işleyişini gerçekleştirmek bakımından mahkeme hakiminin mesaisi yerine, kanunun  belirlediği şekilde yazı işleri kadrolarının görevlerini yerine getirmesini sağlamaktır. 
  
  Tahkikatın hızlı bir şekilde  yapılabilmesi bakımından hakim yardımcılığı kadrosu ihdas edilmelidir.  Dilekçe teatileri, delillerin toplanması gibi işlemler hakim yardımcıları  tarafından tamamlandıktan sonra dosya, hüküm kurması için mahkeme yargıcının  önüne getirilmelidir. Davanın mahkeme huzurunda görülme usulünde HMK’da yer  alan celseler, yanlış bir uygulamayla duruşma haline getirilmiştir. Oysa celse  ile duruşma farklı şeylerdir. Duruşmanın tekliği esasının hassasiyetle  uygulanması, davalarda zaman kaybını önemli ölçüde engelleyecektir. 
  Sonuç olarak cevabı bulunması  gereken soru şudur: Acaba, vatandaşın yargıya olan güvenini artıracak olan;  davalar için hedef sürelerin biçilerek ilan edilmesi mi, yoksa yargılamanın  bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde, adil yargılanma koşullarının yerine  getirilerek, hakkaniyetle gerçekleştirilmesi midir? Kuşkusuz adalete güveni  tesis edecek olan, adil yargılanma hakkının yerine getirilmesidir ve bu da  ancak “öngörülen süre” ile değil “makul süre” ile gerçekleşebilir.  
  
  Davaların uzamasını önlemek  için alınacak hiçbir tedbir; yargı bağımsızlığından, yargıç tarafsızlığından,  adalete erişim, adil yargılanma hakkından, savunma hakkından bağımsız  düşünülemez ve bu değerleri ortadan kaldıracak nitelikte olamaz.  
  
Saygılarımla. 
![]()  | 
      ![]()  | 
    


