Yargıda Zaman Yönetimi

6848

Adalet Bakanlığı tarafından Erzurum’da düzenlenen “Yargıda Zaman Yönetimi” semineri Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, HSYK üyeleri, üst düzey bürokratlar ve akademisyenlerin katılımıyla başladı.

Toplantıya Türkiye Barolar Birliğini temsilen katılan Başkan Yardımcısı Av. Berra Besler, seminerin açılışında yaptığı konuşmada, projeye ilişkin olarak TBB’nin görüşlerini dile getirdi.

Konuşmasına katılımcıları selamlayarak başlayan Besler şunları söyledi:

Adalet Bakanlığı’nın 2016 yılı bütçesinin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda Sayın Bakan, “toplumsal yaşamın huzur ve güven içerisinde sürdürülebilmesinin ancak adalet sisteminin etkin bir şekilde işlemesi ile mümkün olabileceğini” söylemiştir.

Bu görüşlere katılmamamız mümkün değildir. Kendilerine teşekkür ediyoruz.

Sayın Bakan aynı konuşmasında atılacak yeni adımlarla yargılamaların makul ve öngörülebilir bir sürede tamamlanmasını hedeflediklerini de dile getirmiştir.

Hiç kuşkusuz adalette isabet kadar sürat de önemlidir. Adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından biri olan “makul sürede yargılanma ilkesi”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. Maddesinin 3. Fıkrasında “herkesin makul bir sürede yargılanma veya yargılanma süresince serbest bırakılma”, 6. Maddesi’nin 1. Fıkrasında “herkesin davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından makul sürede görülmesini isteme” hakkına sahip olduğu ifadelerinde yerini bulmuştur.

Keza Anayasanın 19. Maddesinin 7. Fıkrasında, “Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır” hükmü yer almaktadır.

Öte yandan Türkiye genelinde uygulanacağı söylenen “Yargıda Zaman Yönetimi Projesi” ile dava türlerine göre öngörülecek sürelerin soruşturma ve dava aşamalarında taraflara önceden tebliğ edileceği anlaşılmaktadır.

Yine Avrupa Konseyi Avrupa Adaletin Etkinliği Komisyonu (CEPEJ) tarafından, “üye devletlerin, yargılamada hedef süreleri belirleyerek davanın taraflarına bildirilmesinin yargıya olan güveni artıracağı” ifade edilmektedir. Bu varsayıma dayalı olarak Türkiye genelinde uygulanması planlanan “Yargıda Zaman Yönetimi” Projesinin beklenen sonuçları doğurup doğurmayacağı üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir konudur.

Bu varsayımın doğrulanabilmesi için her şeyden önce, yargıyla ilgili teknik, fiziki ve insan unsuruna ilişkin sorunların en aza indirilmesi ve tüm ülke düzeyinde eşit koşul ve olanakların sağlanabilmesi gerekir. Bir başka deyişle, Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde mevcut alt yapı ve üst yapı unsurlarının ülkemiz bakımından da sağlanabilmesi gerekir. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye aleyhine verdiği kararlarında da açıkça görülebileceği gibi, yargılamada makul sürenin aşılmasına sebep olan etmenler, büyük ölçüde mevzuattan değil, uygulamadan kaynaklanmaktadır.

“Makul süre”de yargılama, “hızlı” bir yargılamayı da ifade etmez. Makul bir sürede yargılama, aynı zamanda bağımsız ve tarafsız mahkeme önünde, delillerin hakkaniyetle değerlendirilmesini, tanık dinleme eşitliğini, savunmaya yeterli zaman ve imkan verilmesini gerekli kılar.
Bu çerçevede, her davayı kapsayacak standart bir “makul” süreden bahsedilemez. Makul süre, her davanın özelliğine ve seyrine göre belirlenecek bir süredir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, “makul süre” ihlali olup olmadığını belirlerken “davanın karmaşıklığı”, “başvurucunun tutumu” ve “yetkili makamların tutumu” kriterlerini ele alarak inceleme yapmakta, her davanın kendine özgü özelliklerini dikkate alarak sonuca varmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları doğrultusunda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarında, bu durum açıklıkla ifade edilmiştir. Buna göre;

Makul sürede yargılanma hakkının amacı, tarafların uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle maruz kalacakları maddi ve manevi baskı ile sıkıntılardan korunması ile adaletin gerektiği şekilde temini ve hukuka olan inancın muhafazası olup, hukuki uyuşmazlığın çözümünde gerekli özenin gösterilmesi gereği de yargılama faaliyetinde göz ardı edilmeyeceğinden, yargılama süresinin makul olup olmadığının her bir başvuru açısından münferiden değerlendirilmesi gerekir. (2012/13)

Türkiye’de makul sürenin aşılması; yeterli ve nitelikli mahkeme personeli eksikliği, hakimlerin mesailerinin bir bölümünü idari işlere ayırmak zorunda kalması, mevzuatın çok sık değişikliğe uğraması ve kanunların iyi yazılmaması, usul çerçevesindeki eksiklikler ve süreler, hakim ve savcıların görev değişiklikleri, yetki uyuşmazlığı, izin gerektiren özel soruşturma usulleri, adli kolluk müessesesinin iyi işlememesi, teknik ve fiziki olanakların yetersizliği, mahkemeler ile resmi kurumlar arasındaki uzun yazışmalar, diğer kamu kurumlarının iş yoğunluğu nedeniyle yazışmalara zamanında cevap vermemesi, bağımsız bir adli tebligat kurumunun olmaması, bilirkişilerin görüşlerini zamanında bildirmemesi, teknolojinin etkin olarak kullanılmaması gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi içtihatları ortadayken, makul süre aşımını ortaya çıkaran nedenler belliyken; soruşturma ve dava aşamalarında sürelerin öngörülerek taraflara bildirilmesi gibi bir uygulamaya gitmek sorunları çözmeyeceği gibi aksine büyütecektir.

Makul süre, aynı dava türü bakımından bile standardize edilemez. Çünkü davada taraf sayısı, davadaki deliller, taraflar ve bilirkişi, tanık vb. üçüncü kişilerin davranışları da farklı olacaktır. Öte yandan usul yasalarımızda düzenlenen davadan feragat, davayı kabul ve sulh işlemlerinin ne zaman gerçekleştirileceği veya gerçekleştirilemeyeceği tarafların bile öngöremeyeceği bir durumdur.

Bütün bunlar karşısında, hâkimin, taraflara davanın başında taahhüt edilen ve öngörülebilir olduğu ifade edilen bir zaman baskısı altında çalışması, bir an önce karara ulaşma kaygısı, tahkikatın özensiz yapılmasına yol açabilecek bu da yargıda kalitenin ve güvenin artması değil, tam tersine kalitesiz ve özensiz kararların çıkması sonucunu doğurabilecektir.

Türkiye’de temyiz edilen kararların yarıdan fazlasının Yargıtay tarafından bozulduğu dikkate alınırsa geri dönecek davalarla mahkemelerin iş yükünün azalması değil artması söz konusu olabilecektir.

Ayrıca, hâkim bakımından bu sürelere uyulmaması veya uyulamamasının yaptırımının da ne olacağı önemlidir. Kaldı ki, kanunlarda yer alan birçok hükmün uygulamanın gerçekleriyle örtüşmediği açıktır. Örneğin HMK’nun basit yargılama usulünde davaların en fazla üç duruşmada bitirilmesi gereğinin hayata geçirilebildiğini söylemek mümkün değildir.

Yargı hizmetinin süresinin standardize edilmeye çalışılması, vatandaşlar bakımından güven yerine güvensizlik yaratıp, davalarında kendilerine özen gösterilmediği, yeterince dikkate alınmadıkları duygusunu da oluşturabilir; bu ise zaman zaman ispat hakkının veya hukuki dinlenilme haklarının ihlal edilmesi anlamına da gelir.

Soruşturma ve dava aşamalarındaki sürelerin öngörülerek taraflara bildirilmesi, CMK ve HMK’da yer alan süreleri yok sayma, dosyalara peşin hükümle bakma gibi bir sakıncayı doğuracak, adalete erişimi engelleyecektir.

Hâkime bir davayı öngörülen süre içerisinde bitirmesini hedef olarak koymak, onun, asli görevi ve varlık sebebi olan yargılama faaliyetinin içini boşaltmak anlamına gelir.

Yargının ağır işlemesine sebep olan faktörlerin ortadan kaldırılması halinde, hâkimin bağımsız ve tarafsız bir şekilde hukuka uygun olarak vicdani kanaat oluşturması mümkün olur. Aksi halde hâkimin görevi, mekanik ve biçimsel bir faaliyete indirgenmiş olacaktır.

Yargıtay’ın da kararlarında belirttiği gibi, “Adalet bir oldubittiye getirilmemeli, davaların süratle ve ekonomik yollarla çabuk bitirilmesi kuralı yanında da davada esas olan adaletin gerçeğe en uygun sağlanması amacı hiç bir zaman ihmal ve göz ardı edilmemeli, adaletin sekil hukukuna tercih edilmesi üstün görülmemelidir.”

Öncelikle yapılması gereken gerek ceza yargılamalarında, gerek hukuk yargılamasında ve idari yargıda, yargılamanın nasıl yapılacağını belirleyen usul yasalarının en iyi şekilde uygulanmasını sağlamaktır.

Ön incelemenin iyi bir şekilde işleyişini gerçekleştirmek bakımından mahkeme hakiminin mesaisi yerine, kanunun belirlediği şekilde yazı işleri kadrolarının görevlerini yerine getirmesini sağlamaktır.

Tahkikatın hızlı bir şekilde yapılabilmesi bakımından hakim yardımcılığı kadrosu ihdas edilmelidir. Dilekçe teatileri, delillerin toplanması gibi işlemler hakim yardımcıları tarafından tamamlandıktan sonra dosya, hüküm kurması için mahkeme yargıcının önüne getirilmelidir. Davanın mahkeme huzurunda görülme usulünde HMK’da yer alan celseler, yanlış bir uygulamayla duruşma haline getirilmiştir. Oysa celse ile duruşma farklı şeylerdir. Duruşmanın tekliği esasının hassasiyetle uygulanması, davalarda zaman kaybını önemli ölçüde engelleyecektir.
Sonuç olarak cevabı bulunması gereken soru şudur: Acaba, vatandaşın yargıya olan güvenini artıracak olan; davalar için hedef sürelerin biçilerek ilan edilmesi mi, yoksa yargılamanın bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde, adil yargılanma koşullarının yerine getirilerek, hakkaniyetle gerçekleştirilmesi midir? Kuşkusuz adalete güveni tesis edecek olan, adil yargılanma hakkının yerine getirilmesidir ve bu da ancak “öngörülen süre” ile değil “makul süre” ile gerçekleşebilir.

Davaların uzamasını önlemek için alınacak hiçbir tedbir; yargı bağımsızlığından, yargıç tarafsızlığından, adalete erişim, adil yargılanma hakkından, savunma hakkından bağımsız düşünülemez ve bu değerleri ortadan kaldıracak nitelikte olamaz.

Saygılarımla.